10 Eylül 2012 Pazartesi

''Dinini Değiştireni Öldürün!'' (!)

"Kim dinini değiştirirse onu öldürün"

[el-Buhârî, es-Sahîh, Cihâd, 149; Ebû Dâvûd, es-Sünen, Hudûd, 1; et-Tirmizî, es-Sünen, Hudûd, 20; İbnu Mâce, es-Sünen, Hudûd, 2.]

es-Serahsî konu ile ilgili olarak şöyle demektedir:

"Hz. Peygamber kadınların öldürülmesini yasaklamıştır. Bu konuda iki hadis vardır: Bunlardan biri Rabâh İbnu Rabî'a'nın rivayet ettiği şu hadistir:

`Hz. Peygamber, gazvelerinden birinde bir grup kimsenin bir şey etrafında toplandığını gördü. Niçin toplandıklarını sordu;
 - Öldürülmüş bir kadına bakıyorlar, dediler.

Bunun üzerine Allah'ın Resülü birine:
 - Halid'e git ve ona kadınların ve hizmetçilerin asla öldürülmemesini söyle, dedi'.

Diğer hadis ise İbnu Abbas'ın rivayet ettiği şu hadistir:

`Hz. Peygamber öldürülmüş bir kadın gördü ve;
 -Bunu kim öldürdü, diye sordu. Bir adam;

-Ben öldürdüm ey Allah'ın Resülü! Onu bineğimin arkasına aldım, kılıcımı kapıp beni öldürmek isedi. Ben de onu öldürdüm, dedi. Bunun üzerine Resülüllah:

-Kadınları öldürmek de ne oluyor? Onu göm, bir daha da kadın öldürme, dedi.

Allah'ın Resülü Mekke Fethi günü öldürülmüş bir kadın görünce:

-Bu savaşmıyordu ki, dedi."

es-Serahsî bu hadislerden hareketle şu tespitleri yapmaktadır:

a) "Bu hadislerde, öldürülmeyi hak etmenin, savaşmak sebebiyle olduğu açıklanıyor. Şu halde (kafir) kadınlar öldürülmezler. Çünkü savaşmazlar. Bu konuda aslen kafir olmakla sonradan kafir olmak (irtidat etmiş olmak) arasında fark yoktur."

b) "Buna göre, rivayet edilen hadis ("Kim dinini değiştirirse onu öldürün" hadisi) zahiri üzere, yani genel anlamıyla uygulanmaz. Çünkü din değiştirme olayı müslüman olan kafirde de gerçekleşmektedir. (Eğer, her dini değiştiren öldürülecek olsaydı, dinini değiştirip müslüman olan kimsenin de öldürülmesi gerekirdi.) Buradan anlıyoruz ki hadis, hükmü sonradan özel hale gelmiş genel anlamlı bir hadistir. Bu sebeple biz de zikrettiğimiz hadislere dayanarak, hadisin hükmünü tahsis ederek, onu ( irtidat eden) erkeklere hamlederiz."

c) "Öldürülen mürted kadınlar ise savaşmakta idiler. Bunlardan Ümmü Mervan savaşıyor ve başkalarını da savaşmaya teşvik ediyordu. Sözü dinlenen biri idi. Ümmü Firka ise otuz çocuk sahibi idi. Bunları müslümanlara karşı savaşa teşvik ediyordu. Dolayısıyla öldürülmesi, diğer savaşanların gücünü kırmaktaydı."


Allah'a ve Resülü'ne karşı savaşan ve yer yüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası ancak öldürülmeleri, yahut asılmaları, yahut ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi veya sürgün edilmeleridir."

Meşru düzene karşı savaşın ölümü gerektiren bir suç oluşturması için savaşanların mürted olması şart koşulamayacağına göre; irtidadın ölüm cezasını gerektiren bir suça dönüşmesi için mürtedin savaşan kimse olmasını şart koşmak gerekmektedir. Şu halde bu iki hadis birlikte değerlendirildiği zaman mutlak olarak irtidadın, ölümü gerektiren bir suç oluşturmadığı ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla "Kim dinini değiştirirse onu öldürün" hadisini de bu bakış açısı ile değerlendirmek gerekir. Yani hadisi, eş-Şafiî'nin anladığı gibi "İrtidat eden herkesi öldürün" şeklinde, yahut Hanefilerin anladığı gibi "İrtidat eden erkeği öldürün" şeklinde değil; "Kim irtidat eder de savaşır, can alırsa onu öldürün", şeklinde anlamalıdır.

Buraya kadar söylediklerimizin ışığında denebilir ki: İrtidadın, İslam'a ve meşru düzene karşı başkaldırı niteliğinde bir etkinliğe zemin oluşturmadıkça, kişisel bir tercih konusu olarak değerlendirilmesi, Kur'an'ın ruhuna uygun bir yaklaşımdır. Topluma ve meşru düzene baş kaldırma niteliğindeki irtidat durumunda gündeme gelecek ölüm cezasının zemininde ise din değiştirme eylemi değil, bir savunma ve meşru düzeni koruma amacı yer almaktadır. Dolayısıyla bu şartlar altında mürtede verilecek ölüm cezası da bir dine zorlama, ya da din hürriyetine aykırı bir tutum olarak değerlendirilemez.  

Maide Suresi 33-34;
''Allah’a ve Resûlüne savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası; ancak öldürülmeleri, yahut asılmaları veya ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut o yerden sürülmeleridir. Bu cezalar onlar için dünyadaki bir rezilliktir. Ahirette de onlara büyük bir azap vardır.* Ancak onları ele geçirmenizden önce tövbe edenler bunun dışındadırlar. Artık Allah’ın çok bağışlayıcı, çok merhamet edici olduğunu bilin.''

Ayrıca; Ali İmran Suresi 85.ayetten itibaren okursak;

85: Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.

86: İman ettikten, Peygamberin hak olduğuna şahitlik ettikten ve kendilerine açık deliller geldikten sonra inkâr eden bir toplumu Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah, zalim toplumu doğru yola iletmez.

87: İşte onların cezası; Allah’ın, meleklerin
ve bütün insanların lânetinin üzerlerine olmasıdır.

88: Onun (lânetin) içinde ebedî kalacaklardır. Onların azabı hafifletilmez, onlara göz açtırılmaz.

89: Ancak bundan sonra tövbe edip kendilerini düzeltenler müstesnadır. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

90: Şüphesiz iman ettikten sonra inkâr eden, sonra da inkârda ileri gidenlerin tövbeleri asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar sapıkların ta kendileridir.


Görüldüğü üzere, iman ettikten sonra inkar edenleri öldürün gibi bir şey söz konusu bile değil. Onların cezası; Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lânetinin üzerlerine olmasıdır deniyor. Dünyevi bir ceza söz konusu değil.

Sonuç olarak;
İslam dininde din değiştirmenin karşılığı ölüm değildir. Bu Allah ile kul arasında olacak bir durumdur. Bu hüküm dinden çıkanların veya din değiştirenlerin değil, İslam'a, müslümanlara savaş açanların katli için geçerli olan bir durumdur.


Sahih Dedikleri Halde Peygamber Adına Uydurulmuş, Kuran’la ve Birbirleriyle Çelişen Hadislere Örnekler


1-Kur’an: “… O`nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur. ” 42/ Şura 11
“Ve hiçbir şey O`nun dengi değildir. ” 112/ İhlas Suresi 4
Uydurma Hadis: Allah Adem`i kendi sûretinde yaratmıştır. ” Müslim, Birr, 112. Buhari istihzan 1
Uydurma Hadis: “Allah ahirette Peygamberlere kimliğini kanıtlamak için bacağını açıp baldırını gösterir. ”Müslim İman 302, Buhari 97/24, Hanbel 3/1

Allah`a hiçbir şeyin benzemediğini söyleyen ayete karşın, hiçbir mecazi ifadeyi çağrıştırmadan, Allah`ın baldırı olduğunu ve ahirette baldırını açacağını söylemenin saçmalığını uzunca anlatmaya gerek var mı?
Uydurma Hadis: “Allah benimle görüştü ve el sıkıştı. Elini iki omuzum arasına koydu. öyle ki parmaklarının soğukluğunu iki göğsüm arasında hissettim. ” Hanbel 5/243. Tirmizi Tefsir, Sad suresinin tefsiri(3231). İbn-i Kuteybe- Hadis Müdafası 60. hadis. sayfa 285. kayahan yayınları

Yine bu hadiste hiçbir mecazi manayı çağrıştırmadan, Allah’a parmak, parmaklarına da soğukluk atfederek Allah şekilleştirilmektedir. Bu hadis İhlas Suresi`nin hiçbir şey Allah`ın denki olmadığını söyleyen ayeti gibi daha birçok ayetle de çelişir. Eğer hadisteki “el” ifadesi mecazi bir manaya gelip insani eli çağrıştırmasa kabul edilebilir olurdu. örneğin “Her şey Allah`ın elindedir. ” dediğimizde cümlenin akışından her şeyin Allah`ın kontrolünde olduğu anlaşılır. Fakat Allah`a parmak, parmaklara soğukluk atfeden bu hadisten böyle mecazi bir manayı kimse çıkaramamaktadır. üstelik bu hadiste Allah ile Peygamber`in el sıkışması gibi kabul edilemez bir ifade de yer almaktadır.

Uydurma Hadis: Peygamber’e Allah’ın yerleri ve göğü yaratmadan önce nerede olduğu soruldu, Peygamber; Bir bulut içerisinde idi, üstü hava, altı hava idi. ”dedi. Hanbel Müsned 4/11. İbn-i Kuteybe-Hadis Müdafası 62. hadis. sayfa 292. kayahan yayınları

Uydurma Hadis: Allah zamandır. MALİK Muvatta Kelam 3 / 56. Buhari Edep 101. Müslim Elfaz 516(2246). Ebu Davud Edep 81(4974. İbn-i Kuteybe-Hadis Müdafası 63. hadis. sayfa 294. kayahan yayınları
Atomlardan oluşan hava da, maddenin değişiminden ibaret zaman da madde ile beraber yaratılmıştır. “Allah’ın kendisi zamandır, Allah bulutta idi etrafı ise havaydı” diyenlerin bilgi seviyeleri ve Kur’an’ı hiç anlamadıkları, hava ve zamanın ne olduğundan habersiz oldukları da ortadadır.

2- Kur’an: “Ey iman edenler!Herhangi birinize ölüm gelip çattığında vasiyet zamanı aranızda tanıklık şöyle olsun: Kendinizden adalet sahibi iki kişi yahut, yolculuk etmekte iken ölüm musibeti başınıza geldiyse sizin dışınızda iki kişi”
5 Maide Suresi 106


Uydurma Hadis: “Varis için vasiyet yoktur. ” Hanbel 14/238 ibn-i Kuteybe-Hadis Müdafası 45. hadis. sayfa 255. kayahan yayınları
Kur’an`da hem Maide suresindeki bu ayette hem diğer ayetlerde vasiyet anlatılır. Vasiyetten arta kalanlar Kur’an`da tavsiye edilen şekilde dağıtılır. Vasiyeti iptale yönelik bu hadis aslında Kur’an`ın bir hükmünü iptale yönelik bir girişimdir.

3- Kur’an: “Doğrusu hiçbir günahkar bir başkasının günah yükünü yüklenmez. ” 53 Necm 38
Uydurma Hadis: “ölü ailesinin kendisi için ağlamasından dolayı azaba uğratılır. ”Buhari K. Cenaiz 32, 33, 34
Ne Kur’an`ın genel mantığına ne de akla, uymayan bu hadis de uydurmacılığın Kur’an ve akılla çelişkilerine örnektir.

4- Kur’an: “Zulmedenler dedi ki: Siz olsa olsa büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz. “Senin hakkında ne yakışıksız benzetmeler düzdüklerini görüyor musun? Onlar sapmışlardır ve doğru yolu bir türlü bulamıyorlar. “
25 Furkan 8-9

Uydurma Hadis: “Peygamber Medine’de bir Yahudi tarafından büyülendi. Günlerce ne yaptığını bilmez durumda ortalıkta dolaştı. Yapmadığı bir şeyi yaptı, yaptığı bir şeyide yapmadı vehmine kapılıyordu. ” Buhârî, Tıbb: 47; Müslim, Selâm: 43, Nesâî, Tahrîm: 20; Hanbel 6/57; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Akçağ Yayınları: 8/97-98-100.

Kur’an`a göre ise Peygamber`in büyülendiğini söyleyenler zalimlerdir. Lütfen bu önermelerden mantık kuralları içerisinde sonuç önermesini çıkarın ve zalimin kim olduğunu düşünün.

5- Kur’an: “Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra da arşa istiva eden Allah`tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, güneşe, aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca)O`nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir. ”
Araf54. Yunus 3. Hud 7. Furkan 59. Secde 4. Kaf 38. Hadid 4. Fussilet 9-10-12

Uydurma Hadis: Ebu Hureyre Resulullah elimden tutup şöyle buyurdu: Allah azze ve celle yeri Cumartesi günü yaratmıştır, o yerin içindeki dağları Pazar günü, ağaçları pazartesi günü, mekruhu(çirkin şeyleri) Salı günü, nuru Çarşamba günü yaratmış yerin üzerine hayvanları Perşembe günü yaymış, Ademi Cuma günü yaratmıştır. (Müslim sıfatul munafıkin 27)

Bu hadis yukarıda belirttiğimiz ayetlere açıkça terstir. Çünkü Kur’an ayetleri göklerin yerin ve içindekilerin altı günde yaratıldığını belirtmesine karşılık Ebu Hureyrenin bu israili rivayeti ise sadece yer ve içindekilerin yedi günde yaratıldığını söyler. Şimdi peygambere atfedilen bu iftirayı Ebu Hureyre hatırı için kabul edersek Kur’an’ın bunca ayetleriyle ters düşmez miyiz? İyice düşünün

6 – “Kur’an: “Dinde zorlama yoktur. ” 2 Bakara Suresi 256
Uydurma Hadis: “Dinini değiştireni öldürün. Nesei 78/14, Buhari 12/1883
Allah`ın hükmünü hadisle aşmaya, Allah`ın dinini kendi kafalarına uydurmaya çalışanların bu uydurması yüzünden çok kelleler gitmiştir.

alıntıdır.

''Ateistler Bunu da Açıklayın!''


Kuran’a bakarsak, dinsizlerin inananları sürekli alaya aldıklarını görürüz. Dinsizlerin bu alay etme, aşağılama gibi davranışları, binlerce yıl önce olduğu gibi şimdi de kesintisiz olarak devam etmektedir.  Hatta artık son dönemde“Ateistler hadi bunu da açıklayın” gibi bir cümle de dillerine pelesenk oldu. Bu cümlenin moda olmasında maalesef birçoğumuzun parmağı var.

İnternetin, her kesimden insanın evine girmeye başladığını, yine internetteki amellerden anlayabiliyoruz. Müslümanlığı kavrayamamış bazı arkadaşların, “Dünyaya Müslümanların sayısını gösterelim”“Arkadaşlar hacerül esved taşının fotoğrafını beğenip paylaşalım lütfen”“İşte Peygamberimizin ayak izi, paylaşmayanın elleri kırılsın”vb. aktivitelerle zaman öldürdüğünü görüyoruz. Karpuzdaki, domatesteki Allah yazısını ya da Allah diye bağıran kargayı, aslanı görüp de dinsizlere Allah’ın varlığını kanıtlamaya çalışan, orada burada, ateist sayfalarda boy gösteren arkadaşlar, “Ateistler hadi bunu da açıklayın” diyerek kendilerini komik duruma düşürmektedirler. Müslümanların bu halini gören dinsizler de bu cümleyi aralarında espri haline getirdiler ve artık deyim gibi bir şey oldu.

İnsanımız, bilgisinin olmadığı konularda, ne konunun üzerine gidip öğrenmeyi, ne de susmayı beceremediğinden, bu gibi benzeri sayfalarda İslam’ı dinsizlere karşı savunmaya çabalamakta; fakat bu çabalar, dinimizi savunmaktan çok, dinsizlerin eline koz vermekten yukarı çıkamamaktadır. Kendilerini, pek çok yönden yetiştirmiş din düşmanlarının pek çoğu, bu bilgisiz Müslümanlara kafa tutmakta belki de haklılar. Pek çok ateist, “Biz de inanıp sizin gibi cahil mi olalım?” diye sormakta ve Müslümanların mantıksızlığını yine Müslümanlara anlatmaktadırlar. Bunun üzerine gaza gelen inançlı kardeşlerimizden, “Cehenneme gidince görürsünüz gününüzü kafirler” benzeri yanıtlar almaktadırlar.
İslam’ı, insanlara agresif, temelsiz sözler söyleyerek, hakaret ederek savunmaya çalışmanın yanlışlığı ortada olmasına rağmen birçok inançlı kardeşimiz bunu yapmakta ısrarcıdır. Aslında bu yaptıklarının İslam lehine değil, aleyhine bir durum doğurduğunu, başka bir deyişle destek değil köstek olduklarını anlayamamaktadırlar. Emin olsunlar, hiçbir yorum yapmadan, susup pusup evlerinde otursalar daha hayırlı bir iş yapmış olacaklar.

Oysa Kuran’da tarif edilen müminler böyle değildir. Kuran’da tarif edilen müminler temelsiz konuşmazlar, her söylediklerinin arkasında mutlaka kanıtları vardır. Sinirlerine hakim olurlar. Bir şey yapmadan ya da konuşmadan önce etraflıca düşünürler. Bilmedikleri konularda konuşmazlar, bilgi edinmeye çalışırlar. Din düşmanlarının İslam’ı aşağılamak adına verdikleri savaştan ders çıkartır ve kendilerine, “Şu dinsizler kadar olamıyor muyum?” diye sorarlar. Onların inançsızlıklarını, kibirlerini, insanları alaya almalarını değil ama azimlerini örnek alırlar. Allah’ın kitabında defalarca tekrarladığı düşünme emrini yerine getirirler. Evrenin, canlıların yaratılışı hakkında düşünürler, sorgularlar. Sürekli kendilerini geliştirirler. Hayatlarında Allah’ı ilk sıraya koyarlar. Ne yaparım da Allah yolunda daha fazla çalışırım diye düşünürler. Din hakkında konuşurken, yalnızca Kuran’a bağlı kalırlar ve gerçek mümine yaraşır dikkatli bir tavır takınırlar.
Bazı dinsizler, ortada herhangi bir sebep yokken ya da altta kalsalar dahi inançlılarla alay edebilirler. Durum bundan ibaret ise, onların dinimize karşı kullandıkları zavallı kozlarının yanına bir yenisini daha eklememiz, savunmaya çalıştığımız dinin zararına olacaktır.

Kuran’dan, geçmişte pek çok Peygamberle de alay edildiğini öğreniyoruz. Kuran bu konu hakkında bizi uyarıyor ve bize dişlerimiz arasından tükürük saçmak yerine sabretmemizi ve onlara top tüfekle değil, Kuran’la zorlu bir cihat açmamızı öneriyor. Allah’ın önerisini dinleyelim de, bilerek veya bilmeyerek mükemmel dinimizi dejenere bir dinmiş gibi gösterip çok ağır veballer almayalım inşallah.

alıntıdır; evirgenorhan

9 Eylül 2012 Pazar

İslam'da Kadını Dövme(!) Hakkı

Aile huzursuzluklarında kocanın karısını dövme hakkı var mıdır? Varsa derecesi nedir?

Sıradan âile huzursuzluklarında, kocanın karısını dövme hakkı yoktur. Çünkü huzursuzluğun sebebi erkekte de olabilir. Hiç birisinin elinde de olmayabilir. Kadında olmakla birlikte, basit bir sebep ya da bir yanılma ve bir hatâ da olabilir. Eğer erkeğin karısını kayıtsız şartsız dövme hakkı olsaydı, erkeğin güçlü olması, zalimleşmesine sebep olurdu. Allah Rasûlü Efendimiz (s.a.v.) hanımlarına hiç vurmuş değildir. Halbuki, hanımlarının onu üzdügü, kırdığı, hattâ ona karşı birlik olup söz ettikleri vardır. O, hanımlarına hiç vurmadığı gibi, onlara sözlede hakaret etmemiş ve ümmetine de hanımlarına iyi davranmalarını emretmiş, onların erkeklere Allah`ın birer emaneti olduklarını hatırlatmıştır. Ancak değil dövmeye, âileleri yıkıp parçalamaya kadar giden huzursuzluklar da vardır. Böyle durumlarda bazen bir iki tokat işe yarar, evdeki otorite boşluğunu giderir, kadına evin bir hakimi olduğunu hatırlatır ve bir ilâç olarak başvurulan bu çâre, çok büyük felâketlere ve kötülüklere engel olabilir. Ancak bu bir ilâçtır. Hastalık kangren olmaya yüz tutmadan kullanılmaz ve dozu da fazla kaçırılmaz. Aksi halde kötü olan yan etkileri olur. Kur`ân-ı Kerimin bu konudaki âyeti ilginçtir: "Allah`ın bazılarını bazılarına üstün yaratması sebebiyle erkekler kadınlar üzerine hakimdirler. Bir de erkekler mallarından harcamaktadırlar. Iyi kadınlar itaatli olanlardır. Allah`ın (onları) koruması sebebiyle görünmeyeni koruyanlardır. Başkaldırmalarından (nüsûz) korktuğunuz kadınlara öğüt verin. (Vazgeçmezlerse) onları yataklarında yalnız bırakın. (Yine kâr etmezse) döğün. Size itaat ederlerse aleyhlerine bir yol aramayın. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür" (Nisâ (4) 34)

Tefsirciler, başkaldırma diye terceme edilen "nüsûz"ü: Eşinden tiksinme, ona isyan etme, yüz çevirme, bugzetme, eşi için kokulanıp süslenmeme, eşinin arzusunu geri çevirme, eşinin evinde oturmayıp başka evde ve başkalarıyla oturma... (147 ibn Kesîr N/257; Kurtubî NI/170; Elmalı N/1351; Lisânü`I-Arap "ne-seze" md.) diye açıklamışlardır. Anlaşılacağı üzere kadının bu duruma gelinceye kadar dövülmesi yasaktır. Yüzde bir de olsa, işi bu duruma kadar götüren kadın için aslında başka çâre de yoktur. Ya verilen öğütleri tutar, iş biter. Ya kocası yatağına girdiği halde ona sırtını döner. Ilgilenmez ve bu yolla uslanmasına çalışır. Çünkü bu, kadınlar için çok etkili bir çâredir. Bu da olmazsa iş boşanmaya kadar gelmiş ve yuva cehenneme dönmüş demektir. Ama boşanma daha büyük felâketlere ve yıkımlara sebep olabilir: Onun için dağlama kabilinden, son çare olarak incitmeyecek ve iz bırakmayacak kadar dövmeye başvurulur. Çünkü bu duruma düşenlerin bir çoğunu bu hafif dayak yola getirir ve çoğu boşânmaları önler. Önlemezse Islâm, yine erkeğin boşamasına izin vermez ve iki tarafın akrabasından seçilecek hakemlerin arabuluculuk yapmasını önerir. ( Nisâ (4) 35)

1- Kadının dövülmesini gerektirecek davranışlar çok az görülecek davranışlar olduğu için, kadın dövme Islâm`da hoş karşılanmamış, hele bu sebepler yokken dövmeye cevaz verilmemiştir. Allah Resûlü Efendimiz: "Allah`ın kızcağızlarını dövmeyin" (Ibn Kesîr N/258) "Kadınlar hakkında Allah`tan korkun." (Ebû Dâvûd, menâsik 56; Ibn Mâce, menâsik 84; Kurtubî NI/172) "Kadınlar hakkında birbirinize hayır öğütlerde bulunun" (Kurtubî NI/173) "... Irzınızı başkalarına çiğnetirlerse onları incitmeden dövün (Mûslim, hac 147; Tirmizî, radâ` 11; Ebû Dâvûd, menâsik 56 -Ibn Kesîr N/258) "Dövdüğünüzde yüzlerine vurmayın" buyurmuştur.

2- Sebepleri bulduktan sonra başka çâresi de bulunamayan dövme, kangren olup kesilmeye yüz tutmuş uzvu kesilmekten kurtarmak için bir son çâre ve bir acı ilâçtir. Zaruret görülmeden kullanılmamalıdır.

3- Kafa kaldıran kadınların bir kısmı mazohisttir; kocasının bir yigit rolünde ve otoriter görmek ister; hattâ dövülmekten hoşlanır ve rahatlar.

4- Aslında Islâma bu noktada karşı çıkanların pek çoğu, daha durum, İslamın dövmeye izin verdiği aşamaya gelmeden karılarını döverler, pek çoğu da onlardan boşanırlar. Hattâ karılarının kolunu başını kıranlar da olur. Islâm bunların hiçbirisine izin vermez. Ne sebeple olursa olsun, karısının bir uzvunu kıran, ona diyet ödemek zorunda bırakılır. (Konu için ayrıca bk. Halebî, Sağîr 395 Kebîr, 621 (Aynı müellife ait bu iki kaynakta kadının namaz kılmaması ve yıkanmayı (guslü) terk etmesi dövülmesini meşru kılan sebeplerden gösterilir); Canan, Terbiye 391)

5- Dövmeye izin verilme noktasına geldikten sonra da; kadının yüzüne vurulmaz; incitici ve iz bırakıci şekilde dövülmez. Dövmekten gaye onun çaydırılıcığıdır.

Sorularla İslamiyet'ten alıntıdır.

İslam ve Çok Eşlilik

Allâh, Hazret-i Âdem (as)'i yoktan var ettikten sonra kendisinden huzura kavuşacağı bir hanımı da yaratmıştır. İnsanoğlunun çoğalmasını bunlar vasıtasıyla takdir eden Allah Teâlâ, erkeklerle kadınlar arasına bir takım hak ve vazifeler koyarak, iki tarafın da fıtratına uygun yaşamasını emretmiştir.

Şüphesiz bu hak ve vazifelerin en önemlilerinden birisi de "nikah"tır. Nikah birbirine tamamen yabancı iki farklı cinsten insanın arasında meydana gelmekte ve ikisini yine dünyanın birbirine en yakın iki insanı kılmaktadır. İslâm, nikaha ulvî bir mânâ ve mes'ûliyet yüklemiştir. Nikah sayesinde kadının yeme, içme, barınma ve benzeri her türlü ihtiyacı kocasının sorumluluğuna bırakılmıştır. Âileyi inşâ mes'uliyeti ise kadına tahsis edilmiştir.

Çok eşlilik İslam'ın getirdiği bir sistem değildir. İslam öncesi dünyada yaygın olan ve sınır tanımayan bir şekildeydi. Kadının zaten hiçbir konuda fikir beyan etmesi bile mümkün değildi. İslam dini böyle bir ortamda ortaya çıktı ve bu çok eşliliği yirmi-otuzdan dörde indirdi. Buna da çeşitli şartlar getirdi. Bu konuda eşler arasında adaletin sağlanması gibi ağır şartlar getirdi. Aksi takdirde bir hanımla evlenmenin daha sağlıklı olacağını tavsiye etti.
--
ÇOK EVLİLİK


Eski Mısır Hukuku:
Koca bazı şartlar altında birden fazla kadınla evlenebilirdi.

Babil Hukuku:
Hamurabi kanunlarına göre, zevce çocuk doğurmazsa veya ağır bir hastalığa tutulursa, koca odalık alabilirdi.

Çin Hukuku:
Kocanın serveti müsait olursa, ikinci derecede zevceler alabilirdi. Şu kadarki, bu kadından doğacak çocuklar, birinci ve asıl zevcenin çocukları sayılırdı.

Eski Brehmenler:
Vichnou kitabına göre, erkekler bulundukları sınıflara göre bir, iki, üç veya daha fazla kadınla evlenebilirdi. Apastamba kitabında ise, bu konuda tahdit vardı, kadın vazifelerini hakkıyla yerine getirebiliyor ve erkek çocuğu da oluyorsa, koca ikinci bir kadınla evlenemezdi. Manu düsturlarında, bir adam, ilk zevcesini kendi toplumsal seviyesinde seçmesi lazımdı, ikinci zevcesini, daha alt tabakalardan alabilirdi.

Eski İran:
Çok evlilik kabul edilmişti.

Roma Hukuku :
Odalık almak, kanuni nikah olmaksızın yaşamak vardı.

Kitab-ı Mukaddes :
Eski Ahid'de Davud (as)'ın bir çok kadınla evlendiği zikredilir. Eski Ahid'de çok evlilikten bahseden başka yerler de vardır. Müsevilite de çok evlilik vardı.
Yeni Ahid'de (İncil), birden fazla kadınla evlenmeyi yasak eden bir madde yoktur. Ancak tek zevce ile yetinmenin iyi olacağına dair tavsiyeler vardır.
Birden fazla evlenme, Hristiyanlık aleminde XVI. asra kadar normaldi.

İslam'dan önceki Arabistan:
Çok evlilik konusunda hiç bir tahdit ve sınır yoktu. Erkek istediği kadar kadınla evlenebildiği gibi, aralarında zevce değişimi bile olurdu.
--
İslâm'da evlilik, geçici bir menfaat veya zevk üzerine kurulmamıştır.
İki tarafın anlayış ve olgunlukla meydana getirdiği ve sevgi-saygı temelleri üzerine kurulan yuva, toplumun en güzîde varlığı olan "insanı" ortaya çıkaracak, ihtiyaçlarını temin ederek, onu cemiyetteki mukaddes vazifelerine hazırlayacaktır. Böylece aile, toplumun en küçük, fakat en vazgeçilmez yapı taşını oluşturacaktır. Onun sarsılmasına yol açacak (zina, iftira vb.) her türlü tesir, İslam tarafından yasaklanmış ve bu hususta çok sıkı tedbirler alınmıştır.

Kısaca anlattığımız şekliyle bu kadar değerli olan "nikâh" ve "âile" müessesesi için, bazıları câhilâne, bazıları da maksatlı olarak ileri geri konuşmaktadır.

"İslâm'ın niye çok evliliğe izin verdiği" ve "Hazret-i Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in pek çok kadınla niçin evlendiği", "yoksa İslâm'ın, kadını hiçe mi saydığı" tarzında birtakım suâller, hep bu bilgisizlik ve art niyetten kaynaklanmaktadır. Burada önce kısaca İslâm'ın niye birden fazla kadınla evlenmeye izin (teşvik değil zarûreten müsaade) verdiği üzerinde duracağız:

İslâm'da Birden Çok Evliliğe İzin Verilmesinin Sebepleri

* Evvelâ şunu ifâde etmek gerekir: çok evliliği, İslâm başlatmamıştır, sınırsız sayıda kadınla evliliği benimsemiş bir düzeni belli sınırlamalara tâbî tutmuştur.

Bilindiği gibi Arabistan'da veya dünyanın diğer ülkelerinde Peygamber Efendimiz (asm)'den önce (câhiliye devrinde) sayısız kadınla birlikte olma imkânı vardı. Bunlar bazen herkesin bilgisi dahilindeki onlarca kadınla evlilik, bazen satın alınan câriye yoluyla veya gayr-i meşru sayısız ilişki (zinâ) yolları ile yapılmaktaydı. Bu durumdan fıtraten bozulmamış insanlar rahatsız olmakla birlikte, umûmî gidişe karşı durulamıyordu. (İslâm'ın bu vasfını diline dolamış Batılıların yaşadığı hayat ve âilevî durumları hâlâ çok farklı değildir.)

* Dört kadınla evlenebilmek bütün mü'minler için bir "emir" değil, bazı durumlarda tanınmış bir hak ve "izin"dir (Ruhsat).

İnsanlar bin bir türlü hal ile karşılaşabilmektedir. Bazen erkeğin şartları, bir evlilikle yetinemeyecek şekilde olabileceği gibi, bazen de kadının çeşitli sebeplerle (felç, bir kaza neticesi sakatlık, devamlı hastalık, güçsüzlük, vb.) âile hayatını devam ettirebilmesi birtakım sıkıntılara sebep olabilir. Bu durumdaki bir âileyi yıkıp, belki birbirini seven eşleri yalnızlığa itmek veya mevcut çocukları sahipsiz bırakmak; insânî bir yol değildir. Yine iki kişi arasındaki mahrem bazı sırların -boşanma vb. sebeplerle- aleniyete dökülmesi, bir çok insana anlatılmak mecburiyetinde kalınması da işin bir başka tarafıdır.

* Birden fazla (dörde kadar) evlenen erkeklere de eşleri arasında "adâleti temin etme" vazifesi yüklenmiştir.
Aksi halde Allah'ın azabıyla ikaz edilmiştir. Âyet-i kerîmede:
"Yetim kızlar hakkında adâleti sağlamaktan korkarsanız uygun gördüğünüz diğer kadınlardan iki, üç ve dörder olmak üzere nikah ediniz. Bunlar arasında adaleti sağlayamayacak olursanız o zaman bir kadın veyahut sahip olduğunuz bir cariye ile iktifa ediniz. Bu şekilde adaletten sapmamağa daha yakın olursunuz." (Nisa, 4/3) buyurulmuştur.
 
Diğer bir âyet-i kerimede de:
"Ne kadar gayret ederseniz edin kadınlar arasında adalete güç yetiremezsiniz. Binaenaleyh, birine büsbütün meyledip diğerini askıya alınmış gibi bırakmayınız. Eğer nefsinizi ıslah eder, Allah'tan korkup haksızlıktan sakınırsanız; hiç şüphesiz ki, Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir." (Nisa, 4/129) buyurulmuştur.
  Peygamber Efendimiz (asm) de şöyle buyurmuşlardır:
"Bir erkeğin nikahında iki kadın bulunur da, aralarında adalet gözetmezse, kıyâmet gününde bir tarafı felçli olarak diriltilir." (İbn-i Mâce, Nikah, 47)
Savaş ve benzeri, erkeklerin toplu bir şekilde yok edildiği hallerde, bakıma muhtaç ve ortada kalmış kadınların şahısları ve toplum adına ne gibi zorluklar ve zararlarla karşılaşabileceği ortadadır. Geçimini bir şekilde temin etmesi gereken kadın hangi kapıya, ne yüzle müracaat edecek ve nelerle karşılaşabilecektir?!. Bunun tarihteki en güzel misali, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'da yaşanmıştır.

* İslâm kesinlikle zinaya müsaade etmemiştir. Evli iken yapılan zinaya ise çok şiddetli cezalar verilmiştir. Zina bütün ilâhî dinlerde yasaklanmışken, Avrupa ve Amerika'da zina yaşının 12-13'lere inmiş olması ve âile yuvasının bu vesileyle sık sık yıkıldığı veya yıkılmaya yüz tuttuğu günümüz gerçekleri arasındadır. İslam dünyası ve müslüman aileler ise dinlerini yaşadıkları nisbette bu ahlâkî erozyonun dışında kalmaktadırlar. Bu hakikatte şüphesiz İslâm'ın zinaya bakış tarzı ve tarihimizden gelen örf ve âdetlerimizin kuvvetli oluşunun payı büyüktür.

* Erkeğin birden fazla evlenme hakkını kullanması, kadının nikâh esnasında ileri süreceği şartla kısıtlanabilir. İslâm'da nikah akdinin tesisi için iki tarafın rızası şart kabul edilmiştir. Bu nikâh akdi esnasında, kadın "eşinin sadece kendisiyle evli kalması"nı şart olarak ileri sürülebilir. Erkek bu şarta riayet etmeyip başka kadınlarla nikah yaparsa, kadın hakime müracaat ederek "boşanma" isteyebilir.

Bütün bu şartlar göz önünde bulundurulduğunda, İslâm'ın hayatın her safhasını ve her türlü durumu düşünerek böyle bir şeye izin vermesi anlaşılabilir. O sadece sağlıklı olanların değil, yaşlı ve güçsüzlerin de dinidir. O sadece rahatlık anlarının değil, zor zamanların da dinidir. O sadece erkeğin değil, gözetilmesi gereken bütün haklarını koruduğu kadının da dinidir. Âilenin sebepsiz yere yıkılmasına, çoluk çocuğun sefâlet ve felâkete düşmesine göz yumamayacak kadar ferdi ve toplumu düşünen, insanlığın iffetini ve haysiyetini koruyan yegâne dindir.
Bu duruma göre çok evliliğin mübah oluşu zaruret, ihtiyaç, özür veya geçerli bir maslahattır.

Çok Evlilik Konusunda İslam Prensipleri

1) Adetin sınırlandırılması:
Cahiliye devrindeki erkeğin hudutsuz evliliğine sınır getirilmiş. Bu ayetin nuzulünden sonra Resulullah (asm)'ın emriyle dörtten fazla hanımı olanlar, fazlalarını boşadılar.
2) Eşler arasında adaletin gözetilmesi: Zevceler arasında adalet, yedirme, içirme, giydirme, barındırma, kocalık muamelesi, sevgide gösterilecektir. Yalnız şu varki, insanın sevgi hususunda tam bir eşitlik gösterebilmesi, imkansız denecek kadar zordur. Kadının çeşitli fiziksel ve ruhsal özellikleri sevginin derecesindeki farklılıkları meydana getirecektir. Erkek ne kadar eşitlik konusunda çaba harcasa da bunu başarması imkansız derecesindedir.
Cenab-ı Hak buyuruyor:
"Üzerine düşüp uğraşsanız da kadınlar arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz; bâri birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, günahtan sakınırsanız Allah şüphesiz çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir." (Nisa, 4/129)
Bu ayet-i kerimeyle Cenab-ı Hak erkekleri kadınlarına sevgi ve muhabbet hususunda mutlak bir eşitlik göstermekten afvetmiş. Sadece erkeğin bir tarafa bütün bütün meyledip ötekinden yüz çevirmesini yasaklamış, elinden geldiği kadar eşit davranmaya çalışmasını emretmiştir.
Peygamber Efendimiz (asm) birden fazla evlilik konusunda şu önemli ikazı yapmıştır:
"İki zevcesi olup da birine tamamen meyledip diğerini ihmal eden kimse, kıyamet gününde, bir yanı felçli olarak gelir." (İbn-i Mace, Nikah, 47; Mişkâtü’l-mesabih, 2/196)
Kadın, yaratılışı itibariyle erkeğini normal şartlar altında ikinci bir kadınla paylaşmaya razı olmadığı gibi, hiçbir kadın da mecbur kalmadan evli bir erkekle hayatını birleştirmek istenmez.
Çok (dörde kadar) evliliğin hak olduğuna inanmak imanın gereğidir. Ancak, buna inanmak kadının, kocasının kendi üzerine evlenmesini onaylayarak rıza göstermesi, tasvip etmesi zorunluluğunu getirmez.
Hiçbir mümin babadan da kızı üzerine damadının ikincisi, üçüncüsü veya dördüncü kadını almasını olgunlukla karşılaması beklenemez. Kadının kıskançlık fıtratı ve babalık şefkati buna engeldir.
Nitekim Peygamberimizin (asm)  kızı Hz.Fatıma (r.anha), kocası Hz. Ali (ra)'nin ikinci bir kadınla evlenmek istemesine karşı çıkmıştır. Peygamberimizin (asm) terbiyesinde büyüyen Hz.Fatıma (r.anha)'nın, kocasının ikinci evliliğine karşı çıkması caiz olmasaydı, Allah Resulü (asm) onu ikaz eder, kocasının arzusuna boyun eğmesini emrederdi. Halbuki durum öyle olmamış, bilakis kızının üzüldüğünü gören Allah Resulü (asm), damadı Hz.Ali (ra)'nin bu arzusundan vazgeçmesini istemiş, eğer vazgeçmezse ancak Fatıma (r.anah)'yı boşadıktan sonra evlenebileceğini bildirmiştir. Hz.Ali (ra)'nin Fatıma (r.anha)'nın üzerine evlenip onu üzmesine razı olmamıştır.
Allah Resulü'nün (asm) bu davranışında, Müslüman kız ve babalarının damadın ikinci evliliğine karşı çıkabilecekleri hususunda ruhsat vardır denilebilir.
Sözün özü: İslam çok evliliği ne emir ne de tavsiye etmiştir. Sadece bazı zaruri hallerde müsaade etmiştir. Zaten yukarıdaki olayı naklettikten sonra diyecek bir şey olmasa gerek.

Son olarak; yasaların çok eşliliğe izin vermemesi çok eşliliği haram yapmasa da, ülke kanunlarına uygun hareket etmeye çalışmak gerekir.

Sorularla İslamiyet'ten alıntıdır.



Hz.Ayşe Hz.Muhammed ile Evlendiğinde Kaç Yaşındaydı?

En kesin delillerle ispatı;


Peygamberimiz, "Ben ayna gibiyim" buyurmuşlardı. Batılı sözde çağdaş insanlar ve aynı zihniyette olan kimseler bu aynaya baktıklarında kendi kirli zihinleri ile gerçeği görememekte veya anlayamamaktadırlar. Hz Muhammed ve arkadaşlarını kendileri gibi, zevk düşkünü sapkın zannetmekteler. Esasında budurum yadırganmamalıdır.

Örneğin parlementosunda ensest ilişkiyi serbestleştirme kanunu görüşen bir isviçre vatandaşına zevk düşkünü olmayan insanlar olabileceğini nasıl anlatabiliriz?

Bu çürümüş medeniyetleri uygarlık sanan zavallı beyinler kadını 2. sınıf gören eski arap adetlerini İslam zannederek pornonun bir endüstri kabul edildiği, aile yaşantısının gittikçe bittiği bu batı medeniyetinde kadınların daha üstün konumda olduğunu sanmaktalar.

Hz. Adem ve İnsanların Çoğalması


İlk insan ve ilk Peygamber Hz. Adem (as)'dir. Bu husus Kur'an-ı Kerim'de ifade edilmektedir.

"Hani Rabbin Meleklere: 'Muhakkak ben yeryüzünde bir halife var edeceğim.' demişti.."(Bakara, 2/30)
"Onlar birbirlerinden (türeme tek) bir zürriyettir. Allah işitendir, bilendir." (Al-i İmran, 3/34)
"Şüphesiz, Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı sonra ona "ol" demesiyle o da hemen oluverdi." (Al-i İmran, 3/59)
"O, sizi tek bir nefisten yarattı ve kendisiyle durulup-yatışması için ondan eşini var etti Onu (eşini) örtüp-bürüyünce, o da bir yük yüklendi de bununla (bir süre) gezindi. Nitekim ağırlaşınca, ikisi Rableri olan Allah'a dua ettiler: "Eğer bize salih (bir çocuk) verirsen, andolsun şükredenlerden olacağız." (A'raf, 7/189)

A) Kardeşlerin birbiriyle evlendiği şeklindeki görüş;


İnsanlar Hz. Âdem (as) ile Hz. Havva'dan doğarak çoğalmışlardır. Havva anamız hep ikiz doğum yapıyordu. Bunlardan birisi erkek, diğeri de kızdı. Hz. Âdem (as), aynı anda doğan ikizleri, bir önce veya bir sonra doğan ikizlerle evlendiriyordu.

Hz Âdem (as)'den Peygamber Efendimize (asm) gelinceye kadar bütün peygamberler hak dini tebliğ etmişlerdir. Hz Âdem (as) ise ilk insan ve ilk peygamberdir. Allah ona da bir din ve bir şeriat göndermiş ve öğretmişti. Dinin temeli olan îman esasları hep aynı kalmıştır. Fakat şeriat dediğimiz, ibadet ve dünyaya ait işlerde Hz. Âdem (as)'den Peygamberimize (asm) kadar her devrin gereklerine, insanların ihtiyaçlarına göre bazı hükümler değişerek gelmiştir. Allah, her devrin insanının yaşayışını ve menfaatini gözeterek her ümmete ayrı bir şeriat göndermiştir. Mâide Sûresinin 48. âyetinde bu hususta şöyle buyurulur:

"Sizin her biriniz için Biz bir şeriat ve açık bir yol tayin ettik."


Sorunun dinimizdeki yerine gelecek olursak;

Bugün yeryüzünden insanlık, insanlık adına ne biliyorsa onu Allah'ın yarattığı fıtrat düzenine ve peygamberlerin tebliğlerine borçludur. Bütün dünya ülkelerinde kural şudur: Kanunsuz suç olmaz, önce kanun konur, eğer kanun bir davranışa bir işe suç diyorsa o suç olur. Kanun çıkmadan önce o davranış o iş suç değildir. Yüce Allah peygamberleri aracılığıyla bir davranışın bir işlemin günah olduğunu bildirmediyse o davranış o iş günah değildir. Zina, evlilik dışı ilişkidir. Zina; Allah'a ortak koşma, insan öldürmeden sonra gelen 3.büyük günahtır. En ağır günah türü ise ensest ilişkilerdir. Ebediyyen birbirleriyle evlenemeyecek olanların arasındaki ilişki en ağır günahlı zina türüdür. Zina, zina olmak itibariyle haram ise de; bekarların zinası, evlilerin zinası, savaşan insanların eşleriyle zina, komşuların ortakların eşleriyle zina ve mahremler arası ensest ilişkiler. Bu sıraya göre zina ağırlılık taşıyan bir günahtır. Yüce Allah Kuran-ı Kerim'de ''İnsan zayıf yaratılmış bir varlıktır.'' buyuruyor. İnsanın en ziyade zayıf olduğu nokta bu cinsellik konusudur. Yüce Allah Hz.Adem ile Hz.Havva'yı yarattı. Onlar aracılığıyla üreme kanunuyla insanları nesillendirmeye başladı. İlk insan topluluğu oluşturulurken kardeşlik kurumu yoktu, ilahi yasaklar yoktu, zina kavramı yoktu ve yasağı da yoktu. İlk insan topluluğu, topluluk olarak nitelendirilebilecek seviyeye geldikten sonra Hz.Allah ilk insan olan Hz.Adem'i ilk peygamberi olarak seçti ve Hz.Adem kanalıyla ilk insan topluluğuna ilahi emirler ve yasaklar verilmeye başlandı ve bu yasaklar arasında da zina yerini aldı. Yani bizim anladığımız manada yasaklı gördüğümüz anlamda ilk insan topluluğu oluşturulurken bu kavramlar yoktu, Yaradan'ın böyle bir yasağı yoktu.

B) Konuyla ilgili Nisa Suresi 1. Ayet kapsamında yapılmış farklı bir görüş;


"Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinize itaatsizlikten sakının. Adını anarak birbirinizden dilek ve istekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir." (Nisa, 4/1)

Ayetin Tefsiri;

Kur’ân-ı Kerîm’de “ey insanlar!” hitabının hedef kitlesi yalnızca müminler değil, bütün insanlardır. Bu sebeple âyette “Allah’tan sakının” yerine “Rabbinizden sakının” meâlinde bir ifade kullanılmıştır. Çünkü insanların yaratıcı ile kulluk ilişkisine “Allah ve ilâh”, insan olarak yaratılma ve geliştirilme ilişkilerine ise rab ismi uygun düşmektedir. Zira bu isim, yaratmayı ve yaratılana belli özellikler içinde var oluş imkânı vermeyi ifade etmektedir.

Hitabın, arkadan gelecek hükümler bakımından, hiçbir fark gözetmeksizin bütün insanları hedeflemiş olmasının ikinci delili de insanlar arasındaki ilişkilere -biri geniş, diğeri nisbeten dar olan- iki unsuru temel kılmış olmasıdır:

a) Bütün insanların asıl maddesi, özü olan “nefis”,

b) İlk rahimden (bütün insanların annesi olan Havvâ’nın rahminden) son rahime (her bir insanın annesinin rahmine) kadar gelen rahimler. Yaratanı bir, özü ve aslı bir, ilk oluşta anası babası bir, sonraki oluşlarda da soyu ve ailesi bir olan insanların yalnızca bu birlikten kaynaklanan birtakım hakları ve ödevleri (bu mânada insan hakları) olacaktır, olmalıdır; Nisâ sûresi de bu hakların ve ödevlerin önemli bir kısmını açıklamak üzere gönderilmiştir.

Kur’an’da nefis (çoğulu enfüs), “insan, insanın veya başka bir şeyin kendisi, insanın hayatta iken insan olmasını sağlayan (insanın onun sayesinde, ona sahip olduğu için insan olduğu), ölünce de ebedî varlığını devam ettiren unsuru” mânalarında kullanılmıştır. Bazı âlimler, filozoflar ve sûfîler ruh ile nefsi aynı varlığın iki adı olarak açıklamışlar (meselâ bk. Gazzâlî, İhyâ’, III, 2 vd.), bazıları ise nefis ile ruhu farklı mahiyetler olarak tanımlamışlardır. İkinci tanımlamaya göre Allah Teâlâ her bir insan için tıpkı bedeni gibi bir de nefis yaratır, Şah Veliyyullah’ın “neseme” adını verdiği bu nefis, insanın hayatı boyunca yapıp ettiklerine göre mânevî bir yapı ve kişilere göre farklı özellikler kazanır. Ruh ise şahsî değil umumidir; tek bir enerji merkezinden gelip ampülleri aydınlatan elekrik gibidir ve ilâhîdir, Allah’a aittir, halk âlemine değil emir âlemine dahildir, nefis için Allah’ın rızâsına götüren yolu aydınlatır veya onu bu yola çeker. İnsanın tabiatında ve yapısında Allah’ın rızâsına aykırı yola çeken güçler de (heyecanlar, güdüler, ihtiyaçlar) vardır, ayrıca şeytanın da işi, insanı Allah yolundan saptırmaya çalışmaktır. İnsan (nefis), aldığı eğitim ve iradesi sayesinde bu iki çekim merkezi arasında mücadele ve imtihan vererek dünya hayatında kulluğunu ve tekâmülünü gerçekleştirmeye çalışır; “emmâre” (kötüye çeken, kötüyü emreden) nefis olmaktan kurtularak, “levvâme” (kendini tenkit eden, kınayan), “mülheme” (ilâhî ilhama mazhar olan), “mutmainne” (şüphelerden ve geçici zevk bağımlılığından kurtularak huzura eren), “râdıye” (Allah’ın takdirine razı olan), “merdıyye” (Allah’ın rızâsına mazhar olan) nefis basamaklarına veya derecelerine tırmanmak için çabalar (Şah Veliyyullah, et-Tefhîmâtü’l-ilâhiyye, I, 222; II, 216 vd.; Hüccetullâhi’l-bâliga, I, 38-40, 58-61).

Âyette önce “sizi bir tek nefisten yaratan” denilmiş, sonra “ondan da eşini yaratan” buyurulmuştur; insanlardan her birinin babası ve anası bulunduğuna, her birey üreme kanunları çerçevesinde meydana geldiklerine göre burada “nefisten, ondan yaratan” sözünü “onun bir parçasından” (meselâ kaburgasından) şeklinde değil, “onun özünden, ona benzer (misli) olan asıldan ve kökten (buradaki ifadeye göre nefisten) yaratan” şeklinde anlamak gerekir. Nitekim “Onlara ısınıp kaynaşasınız diye size kendi türünüzden (nefislerinizden) eşler yaratıp aranıza sevgi ve şefkat duyguları yerleştirmesi de O’nun kanıtlarındandır” meâlindeki âyette de bu kelime aynı mânada kullanılmıştır (Rûm 30 /21). Nahl (16 /72) ve Şûrâ (42/11) sûrelerinde de benzer ifadeler vardır.

Bütün bu âyetlerde “nefsinden yaratmak”, “vücudunun bir parçasından yaratmak” mânasında değildir. Buna göre meâli ve numaraları verilen âyetler, Havvâ’nın aslının, Âdem’in kaburgası olduğu şeklindeki yaygın inancın delili olamaz. Havvâ’nın veya kadınların eğri kaburgadan yaratıldığını ifade eden hadisler, kadınla erkeğin tabii (fıtrî) olan ve değişmemesi gereken farklılıklarını ve özelliklerini anlatmak üzere yapılmış bir benzetmedir, mecazî bir anlatımdır. Nitekim bazı rivayetlerde açıkça “Kadın kaburga gibidir” buyurulmuştur (Buhârî, “Nikâh”, 79, 80; Müsned, V, 151). Hadislere göre kadınları erkeklere benzetmeye, tabii özelliklerini yok etmeye kalkışmak, eğimli yaratılmış kaburga kemiğini düz hale getirmeye uğraşmak gibidir. Kaburga ancak kavisli olduğunda uygun, sağlam ve kâmildir, fonksiyonunu yerine getirir; düz olsaydı akciğerin şekline uymaz ve onu koruyamazdı. Şu halde onu düzeltmeye çalışmak bozmaya ve kırmaya çalışmak demektir.

Âdem ile Havvâ yaratıldıktan sonra bunlardan birçok erkek ve kadının meydana getirildiği ve yeryüzüne dağıtıldığı ifade buyurulmaktadır. Bazı müfessirler dünyada yalnızca bir erkekle bir kadının bulunduğu bir zamanda bunların çocuklarının nasıl çocuk meydana getirebilecekleri üzerinde durmuş ve “birinci batında ikiz doğan bir erkek ve bir kızın, ikinci batında yine ikiz doğan bir kız ve bir erkekle evlendiklerini, o tarihte başka yolu bulunmadığı için Allah’ın farklı batınlarda doğan kardeşler arasında evlenmeyi câiz kıldığını ifade etmişlerdir (Tabâtabâî, IV, 146). Bize göre böyle bir tasavvur zaruri değildir; çünkü Allah Teâlâ’nın insanı nasıl yarattığını açıklayan âyetlerde topraktan, çamurdan, nefisten ve Allah’ın ruhundan üflemesiyle yaratıldığı kayıtları ve şekilleri vardır.

Son şekil Hz. Îsâ’nın yaratılmasıyla ilgilidir. Meryem, bir erkekle beraber olmadan Allah’ın ruhun dan üflemesi (Enbiyâ 21/91; Tahrîm 66/12) ve bunun açıklaması mahiyetinde olan “ruhun insan şekline bürünüp Meryem’e görünmesi”yle (Meryem 19/17) hamile kalmış ve Allah’ın ona ulaştırdığı bir “kelimesi” (Nisâ 4/171) olarak Hz. Îsâ’yı doğurmuştur.

Kezâ Hz. Zekeriyyâ bir zürriyet vermesi için rabbine dua etmiş, rabbinin de duasını kabul ederek Yahyâ’yı ona vereceğini müjdelemesi üzerine “kendisinin yaşlandığını, eşinin de çocuktan kesildiğini” ifade ederek bunun nasıl olacağını sormuştu. Rabbin ona cevabı şöyle olmuştur: “İşte böyle; Allah dilediğini yapar” (Âl-i İmrân 3/40); “... O, bana kolaydır; daha önce, sen hiçbir şey değilken seni de yaratmıştım” (Meryem 19/9). Hz. Âdem’in yaratılmasında ana da yoktur baba da; Hz. Îsâ’nın yaratılmasında yalnızca ana vardır; Hz. Yahyâ’nın yaratılmasında ana ve baba vardır, fakat çocuk yapma kabiliyetleri mevcut değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de ve sağlam rivayetlerde “kardeşlerin birbiriyle evlendikleri” bilgisi verilmediğine göre ilk yaratılan erkekle kadından birçok erkek ve kadının türetilmesinin nasıl olduğunun bilinmediğini, yukarıda zikredilen şekillerden birisine göre veya bir başka şekilde yaratma ve çoğaltmanın olabileceğini ifade etmek de mümkündür.

Hz. Âdem’in yaratılmasında ana da yoktur baba da; Hz. Îsâ’nın yaratılmasında yalnızca ana vardır; Hz. Yahyâ’nın yaratılmasında ana ve baba vardır, fakat çocuk yapma kabiliyetleri mevcut değildir. Allah Teâlâ’nın insanı nasıl yarattığını açıklayan âyetlerde topraktan, çamurdan, nefisten ve Allah’ın ruhundan üflemesiyle yaratıldığı kayıtları ve şekilleri vardır. Nasıl ki bu gibi durumlar gerçekleştiyse, Hz.Adem ve Hz.Havva'dan olanların çoğalması da yalnız Allah'ın bilebileceği bir şekilde gerçekleştirmiş olabilir.

Müslüman Bilim Adamları Hakkında Özet Bilgiler



Abdüsselam : ( 1926 - 19 ) Pakistanlı Fizik Bilgini İlk nobel ödülü alan müslüman bilim adamı.

Ahmed Bin Musa : ( 10 yüzyıl ) Sistem mühendisliğinin Öncüsü. Astronom ve Mekanikçi.

Akşemseddin : ( 1389 - 1459 ) Pasteur önce Mikrobu bulan ilk bilim adamı. İstanbulun fethinin manevi babasıdır. Fatih sultan Mehmet’ in Hocasıdır

Ali Bin Abbas : ( ? - 994 ) 1000 sene önce ilk kanser ameliyatını yapan bilim adamı. Kılcal damar sitemini ilk defa ortaya atan bilim adamıdır. Eski çağın en büyük hekimlerinden olan hipokratesin (Hipokrat) Doğum olayı görüşünü kökünden yıktı.

Ali Bin İsa : ( 11 yüzyıl ) İlk defa göz hastalıkları hakkında eser veren müslüman bilim adamı.

Ali Bin Rıdvan : ( ? - 1067 ) Batıya tedavi metodlarını öğreten islam alimi.

Ali Kuşçu : ( ? - 1474 ) Ünlü Bir türk astronomi ve matematik bilginidir.

Ammar : ( 11 yüzyıl ) İlk katarak ameliyatını kendine has biçimde yapan müslüman bilim adamı.

Battani : ( 858 - 929 ) Dünyanın en meşhur 20 astrononumdan biri trigonometrinin mucidi, sinus ve kosinüs tabirlerini kullanan ilk bilgin.

Beyruni : ( 973 - 1051 ) Dünyanın döndüğünü ilk bulan bilim adamı ümit burnu, amerika ve japonyanın varlığından bahseden ilk bilim adamı. Beyruni amerika kıtasının varlığını kristof colomb’un Keşfinden 500 sene önce bildirmiştir. Matematik, Jeoloji, Coğrafya, Tıp, Felsefe, Fizik, Astronomi gibi dallarda eserler yazmıştır. Çağın En Büyük Alimidir.

Bitruci : ( 13 yüzyıl ) Kopernik’e yol açan öncülük eden astronom bilim adamı.

Cabir Bin Eflah : ( 12 yüzyıl ) Ortaçağın büyük matematik ve astronom bilginidir . Çubuklu güneş saatini bulan ilk bilim adamıdır.

Cabir Bin Hayyan : ( 721 - 805 ) Atom bombası fikrinin ilk mucidi ve kimyanın babası sayılır. Maddenin en Küçük parçası atomun parçalana bileciğini bundan 1200 sene önce söylemiştir.

Cahiz : ( 776 - 869 ) Zooloji İlminin öncülerindendir. Hayvan gübresinden amonyak elde etmiştir.

Cezeri : ( 1136 - 1206 ) İlk sistem mühendisi ve ilk sibernetikçi ve elektronikçi Bilgisayarın babası; oysa bilgisayarın babası yanlış olarak ingiliz matematikçisi Charles Babbage olarak bilinir..

Demiri : ( 1349 - 1405 )Avrupalılardan 400 yıl önce ilk zooloji ansiklopedisini yazan alimdir … Hayatül hayavan isimli kitabı yazmıştır.

Dinaveri : ( 815 - 895 ) Botanikçi Ve astronom bir alim olarak bilinir.

Ebu Kamil Şuca : ( ? - 951 ) Avrupaya matematiği öğreten islam bilgini.

Ebu’l Fida : ( 1271 - 1331 ) Büyük Bir bilgin tarihçi ve coğrafyacıdır.

Ebu’l Vefa : ( 940 - 998 ) Matematik ve Astronomi bilginidir trigonometriye tanjant, kotanjant, sekant ve kosekantı kazandıran matematik bilginidir.

Ebu Maşer : ( 785 - 886 ) Med-cezir olayını (gel-git) ilk keşfeden bilgindir.

Evliya Çelebi : ( 1611 - 1682 ) Büyük Türk seyyahı ve meşhur seyahatnamenin yazarıdır.

Farabi : ( 870 - 950 ) Ses olayını ilk defa fiziki yönden ele alıp açıklayıp izah getiren ilk bilgindir.

Fatih Sultan Mehmet : ( 1432 - 1481 ) İstanbulu feth eden ve Havan topunu icad eden yivli topları döktüren padişahtır fatihin kendi icadı olan ve adı “şahi” olan topların ağırlığı 17 ton ve bakırdan dökülmüş olup 1.5 ton ağırlığındaki mermileri 1 km ileriye atabiliyordu bu topları 100 öküz ve 700 asker ancak çekebiliyordu..

Fergani : ( 9 yüzyıl ) Ekliptik meyli ilk defa tesbit eden astronomi alimi.

Gıyasüddin Cemşid : ( ? - 1429 ) Matematik alimi. Ondalık kesir sistemini bulan çemşid cebir ve astronomi alimi.

Harizmi : ( 780 - 850 ) İlk cebir kitabını yazan ve batıya cebiri öğreten bilgin. Adı algoritmaya isim oldu rakamları Avrupa’ ya öğreten bilgin. Cebiri sistemleştiren Bilgin.

Hasan Bin Musa : ( - ) Dünyanın çevresini ölçen, üç kardeşler olarak bilinen üç kardeşten biri..

Hazini : ( 6 - 7 yüzyıl ) Yerçekimi ve terazilerle ilgili izahlarda bulunan bilgin.

Hazerfen Ahmed Çelebi : ( 17 yüzyıl ) Havada uçan ilk Türk. Planörcülüğün öncüsü.

Huneyn Bin İshak : ( 809 - 873 ) Göz doktorlarına öncülük yapan bilgin.

İbni Avvam : ( 8 yüzyıl ) Tarım alanında ortaçağ boyunca kendini kabul ettiren bilgin.

İbni Battuta : ( 1304 - 1369 ) Ülke ülke , kıta kıta dolaşan büyük bir seyyah.

İbni Baytar : ( 1190 - 1248 ) Ortaçağın en büyük botanikçisi ve eczacısıdır.

İbni Cessar : ( ? - 1009 ) Cüzzam hastalığının sebeb ve tedavilerini 900 sene önce açıklayan müslüman doktor.

İbni Ebi Useybia : ( 1203 - 1270 ) Tıp Tarihi hakkında eşsiz bir eser veren doktor.

İbni Fazıl : ( 739 - 805 ) 12 asır önce ilk kağıt fabrikasını kuran vezir.

İbni Firnas : ( ? - 888 ) Wright kardeşlerden önce 1000 sene önce ilk uçağı yapıp uçmayı gerçekleştiren alim.

İbni Haldun : ( 1332 - 1406 ) Tarihi ilim haline getiren sosyolojiyi kuran mütefekkir. Psikolojiyi tarihe uygulamış, ilk defa tarih felsefesi yapan büyük bir islam tarihçisidir. Sosyolog ve şehircilik uzmanı.

İbni Hatip : ( 1313 - 1374 ) Vebanın bulaşıcı hastalık olduğunu ilmi yoldan açıklayan doktor.

İbni Havkal : ( 10 yüzyıl ) 10 asır önce ilmi değeri yüksek bir coğrafya kitabı yazan alim.

İbni Heysem : ( 965 - 1051 ) Optik ilminin kurucusu büyük fizikçi. İslam dünyasının en büyük fizikçisi, batılı bilginlerin öncüsü, göz ve görme sistemlerine açıklık kazandıran alim. Galile teleskopunun arkasındaki isim.
(Ortaçağın yetiştirdiği en büyük İslam fizikçisi İbn Heysem’dir (965-1040) Batılıların Alhazen adıyla tanıdıkları Ebu Ali el-Hasen ibn-Heysem’dir.965′te Basra’da doğdu;asıl büyük araştırmalarını Fatimilerden El-Hakim zamanında Mısır’da yaptı. Kahire’de 1040′da öldü. İbn Heysem, büyük bir fizikçi olduğu kadar matematikçi ve filozoftu, ışık konusu idrak ruhiyatındaki araştırmaları onu şüpheciliğe götürdü.
Işık konusuna ilişkin olan Kitab-ül-menazır ’ı yalnız Doğu’da değil, daha sonra birçok Latince çevirileriyle Batı’da Roger Bacon ve Witello’nun fizik araştırmaları üzerinde etki yapmıştır. Eskilerin sandığı gibi ışığın gözden çıkıp eşyaya gitmek suretiyle görme fiilinin olmadığını, tam tersine eşyadan bize ışğın gelmesiyle gördüğümüz (s: 270) öngörüsünü yerleştirdi.Gözün ilk ilmi tavsifini yapan odur. Seleflerinden çok daha ilme ve gerçeğe yakın olan bir görme telakkisi vardı. Hava içerisinde kırılma olayına ilişkin dahice araştırmalar yaptı. Tek ve çift gözle görmeyi tefsir eden bilimsel açıklamalar verdi. Karanlık bir odayı ışığın davranışlarını inceleme araştırmalarında ilk kez kullandı. İbn Heysem’in Kitab-ül menazır’ı sonradan Kemaleddin Ebu’l Hasan Farisi (öl: 1320) tarafından şerh edilmiş ve tamamlanmıştır. Onun çalışmaları özellikle üstadı tarafından temelleri atılmış olan küresel bir yüzeyde kırılma ve yansıma, karanlık oda vb. deneyleridir.
İbn Heysem’in Orta Çağ’da Latinceye çevrilmiş birçok eseri vardır. Enrico Narducci’nin eseri (1871′de İtalyanca yayımlanmış) bu çeviriler hakkında zengin bilgi verir. Büyük Batı fizikçilerinin yetişmesinde bu çevirilerin doğrudan doğruya etkisi olmuştur. Roger Bacon, onu üstad diye tanımakla birlikte bazı noktalarda aşmaya çalışır. Fakat John Pecckam’ın (1813-1874; H1228-1291) Perspectiva communis’i İbn Heysem’in yetersiz bir özetinden başka bir şey değildir.
Witello da üstadını asla aşmış değildir. Bütün araştırmaları İslam aliminin uğraştığı olayların sınırını geçmediği gibi yöntemine de hiçbir yenilik getirmemiştir Bununla birlikte onlar Batıda modern fizik araştırmalarına başlangıç sayılabilir. Alimin bir de Menazil-ül-hikme adlı eseri vardır ki burada çekimden, sukut hadiselerinden, yoğunlaşma ve havanın yoğunluğundan söz eder.New York Üniversitesinden Draper’e göre İbn Heysem’de evrim fikirinin ilk tohumları sezilmektedir.
(H.Z.Ülken, İ. Düşüncesi, s: 270-271) )

İbni Karaka : ( ? - 1100 ) Dokuzyüz yıl önce torna tezgahı yapan bilgin.

İbni Macit : ( 15 yüzyıl ) Ünlü bir denizci ve coğrafyacı. Vasco da Gama onun bilgilerinden ve rehberliğinden istifade ederek hindistana ulaştı.

İbni Rüşd : ( 1126 - 1198 ) Büyük bir doktor, astronom ve matematikçidir.

İbni Sina : ( 980 - 1037 ) Doktorların sultanı. Eserleri Avrupa üniversitelerinde 600 sene temel kitap olarak okutulan dahi doktor. Hastalık yayan küçük organizmalar, civa ile tedavi, pastör’ e ışık tutması, ilaç bilim ustası, dış belirtilere dayanarak teşhis koyma, botanik ve zooloji ile ilgilendi, Fizikle ilgilendi, jeoloji ilminin babası.

İbni Türk : ( 9 yüzyıl ) Cebirin temelini atan islam bilgini.

İbni Yunus : ( ? - 1009 ) Galile’den önce sarkacı bulan astronom.

İbni Zuhr : ( 1091 - 1162 ) Endülüsün en büyük müslüman doktorlarından asırlarca Avrupa’da eserleri ders kitabı olarak okutuldu.

İbnünnefis : ( 1210 - 1288 ) Küçük kan dolaşımını bulan ünlü islam alimi.

İbrahim Efendi : ( 18 yüzyıl )Osmanlılarda ilk denizaltıyı gerçekleştiren mühendis.

İbrahim Hakkı : ( 1703 - 1780 ) Büyük bir sosyolog, psikolog, astronom ve fen adamı. En ünlü eseri marifetnâme, Burçlardan, insan fizyoloji ve anatomisinden bahsetmiştir.

İdrisi : ( 1100 - 1166 ) Yedi asır önce bügünküne çok benzeyen dünya haritasını çizen coğrafyacı.

İhvanü-s Safa : ( 10 yüzyıl ) çeşitli ilim dallarını içine alan 52 kitaptan meydana gelen bir ansiklopedi yazan ilim adamı. Astronomi , Coğrafya, Musiki, Ahlâk, Felfese kitapları yazmıştır.

İsmail Gelenbevi : ( 1730 - 1791 ) 18 yüzyılda osmanlıların en güçlü matematikçilerinden.

İstahri : ( 10 yüzyıl ) Minyatürlü coğrafya kitabı yazan bilgin.

Kadızade Rumi : ( 1337 - 1430 ) Çağını aşan büyük bir matematikçi ve astronomi bilgini. Osmanlının ve Türklerin ilk astronomudur.

Kambur Vesim : ( ? - 1761 ) Verem mikrobunu Robert Koch’dan 150 sene önce keşfeden ünlü doktor.

Katip Çelebi : ( 1609 - 1657 ) Osmalılarda rönesansın müjdecisi coğrafyacı ve fikir adamı.

Kazvini : ( 1203 - 1283 ) Ortaçağın Herodot’u müslümanların Plinius’u , astronom ve coğrafyacı bilgin.

Kemaleddin Farisi : ( ? - 1320 ) İbni Heysem ayarında büyük islam matematikçisi, fizikçi ve astronom.

Kerhi : ( ? - 1029 ) İslam Matematikçilerinden.

Kindi : ( 803 - 872 ) İbni Heysem’e kadar optikle ilgili eserleri kaynak olan bilgin. Fizik, felsefe ve matematik alanında yaptığı hizmetleri ile tanınmıştır.

Kurşunoğlu Behram : ( 1922 - ? ) Genelleştirilmiş izafiyet teorisini ortaya atan beyin güçlerimizden. Halen prof. Behram Kurşunoğlu Amerika da florida üniversitesinde teorik fizik merkezinde başkanlık yapmaktadır

Lagarî Hasan Çelebi : ( 17 yüzyıl ) Füzeciliğin atası, osmanlılarda ilk defa füze ile uçan bilgin.

Macriti : ( ? - 1007 ) Matematikte başkan kabul edilen Endülüslü Matematikçi ve astronom.

Mağribi : ( 16 yüzyıl ) Çağının en büyük matematikçilerinden . Mağribinin eseri olan Tuhfetü’l Ada isimli kitabında üçgen, dörtgen, daire ve diğer geometrik şekillerinin yüz ölçümlerini bulmak için metodlar gösterilmiştir.

Maaşallah : ( 72? - 815 ) Meşhur islam astronomlarındandır. Usturlabla İlgili ilk eseri veren bilgindir.

Mes’ûdi : ( ? - 956 ) Kıymeti ancak 18. 19. Yüzyıllarda anlaşılan büyük tarihçi ve coğrafyacı. Mesudi günümüzden 1000 sene önce depremlerin oluş sebebini açıklamıştır. Mesûdinin eserlerinden yel değirmenlerinin de müslümanların icadı olduğu anlaşılmıştır.

Mimar Sinan : ( 1489 - 1588 ) Seviyesine bugün dahi ulaşılamayan dahi mimar. Mimar Sinan tam manası ile bir sanat dahisidir.

Muhammed Bin Musa : ( 9 yüzyıl ) Dünyanın Çevresini ölçen 3 kardeşten biri. Matematikçi ve astronom.

Mürsiyeli İbrahim : ( 15 yüzyıl ) Piri reisten 52 sene önce bugünkü uygun Akdeniz haritasını çizen haritacı. Günümüzden 500 sene önce kadar önce yaşamıştır.

Nasirüddin Tusi : ( 1201 - 1274 ) Trigonometri sahasında ilk defa eser veren, Merağa rasathanesini kuran, matematikçi ve astronom.

Necmeddinü-l Mısri : ( 13 yüzyıl ) Çağının ünlü astronomlarından.

Ömer Hayyam : ( ? - 1123 ) Cebirdeki binom formülünü bulan bilgin. Newton veya binom formülünün keşfi ömer hayyama aittir.

Piri Reis : ( 1465 - 1554 ) 400 sene önce bu günküne çok yakın dünya haritasını çizen büyük coğrafyacı. Amerika kıtasının varlığını kristof kolomb ‘dan önce bilen ünlü denizci.

Razi : ( 864 - 925 ) Keşifleri ile ün salan asırlar boyunca Avrupa’ya ders veren kimyager doktor ünlü klinikçi. Devrinin En büyük bilgini İbni Sina ile aynı ayarda bir bilgin.

Sabit Bin Kurra : ( ? - 901 ) Newton’ dan çok önce diferansiyel hesabını keşfeden bilgin. Dünyanın çapını doğru olarak hesaplayan ilk islam bilgini. Matemetik ve astronomi alimi.

Sabuncu Oğlu Şerefeddin : ( 1386 - 1470 ) Fatih devrinin ünlü doktor ve cerrahlarındandır. Deneysel fizyolojinin öncülerindendir.

Seydi Ali Reis : ( ?-1562 ) Ünlü bir denizci, matematik ve astronomi alimidir.

Şemsettin Halili : ( ?-1397 ) Büyük bir astronomi bilginidir.

Şihabettin Karafi : ( ? - 1285 ) orta çağın en büyük fizikçi ve hukukçularından.

Takiyyüddin Er Rasit : ( 1521 - 1585 ) İstanbul rasathanesi ilk kuran çağından çok ileride asrın önde gelen astronomi alimidir.

Uluğ Bey : ( 1394 -1449 ) Çağının en büyük astronomu ve trigonometride yeni çığır açan ünlü bir alim ve hükümdar.

Zehravi : ( 936 -1013 ) 1000 sene önce ilk çağdaş ameliyatı yapan böbrek taşlarının nasıl çıkarılacağını ve ilk böbrek ameliyatını gerçekleştiren bilim adamı..

Zerkali : ( 1029 - 1087 ) Keşif ve hizmetleri ile ün salmış astronomi alimidir.

Bilim mi Doğru Söylüyor Yoksa Ateist Bilim Adamları mı?


Biliyorsun, eski model arabalarda bütün hava yastıkları bir kaza durumunda şişer. Yolcu kısmında kimsenin oturup oturmadığı önemli değil. Oysa geçenlerde bindiğim arabada, hava yastıkları için sinyal düğmesi vardı. Yolcu koltuğuna birisi oturunca, sistem aktif hale geliyordu. Aksi halde, hava yastığı çalışmıyordu. Bu sistemi görünce, mucidi aklıma geldi. “Vay canına!” deyip ustasını tebrik ettim içimden. “İyi düşünmüşler” dedim.

Tam o sırada evrim tartışmasını hatırladım. Anladım ki, her bir canlıya da, karşılaşacağı farklı koşullar düşünülerek, bu tarz sistemler yerleştirilmiş. Farklı koşullara adapte edecek şekilde programlanmış. Evrimciler bu esnek yapıyı yanlış yorumluyorlar. Mutasyon dediğimiz şey, canlılardaki ilahî sistemlerin, belirli şartlar dâhilinde aktif hale gelmesidir.

Evrimcilerin delilinden çok daha kuvvetli delillerim var. Böyle bir şeyin mümkün olduğunu hem gözlemle hem de deneyle ispatlayabilirim. Oysa evrimcilerin iddia ettiklerinin hiç­bir ispatı yok. Biraz önce verdiğim örnekte olduğu gibi, Allah’ın sınırsız ilim denizinden bir damlasına sahip olan insanlar bile farklı koşullara göre intibak eden çok özellikli ürünler yaptığına göre, elbette dünyanın yaratılışından kıyamete kadar meydana gelmiş ve gelecek olan değişiklikleri bilen sonsuz ilim sahibi Rabbim, yaşamasını dilediği varlıkları, sonsuz kudretiyle, bu şartlara uyum sağlayacak bir yapıda yaratabilir ve yaratmıştır.

Kısacası, kâinattaki hadsiz eserler, Rabbimin hadsiz ilim, kudret ve hikmetine delil oldukları gibi, hadsiz ilim, kudret, hikmet ve rahmet de canlı varlıkların değişen çevre şartlarına intibak edecek kabiliyetlerle donatıldıklarına delildir.

Bilim karşıtı değilim. Bilimsel çalışmaları, felsefî görüşleriyle yanlış yorumlayan ve bunu başkalarına bilimsel hakikat gibi dayatan bilim adamlarına karşıyım. Kanaatimce, insanları Allah’tan uzaklaştıran bilim değil, bilimsel bulguları kendi ideolojilerine göre soyut ve üstünkörü yorumlayan bir kısım bilim adamlarıdır.
Gerçek bilimsel çalışmalarla hiçbir problemim yok. Onlardan çok istifade ediyorum. Çünkü hakiki bilim adamları, yaptıkları çalışmalarla, kâinat kitabındaki görünmeyen yazıları (ayetleri) keşfedip ortaya çıkarıyorlar. Ray Abraham’ın tabiriyle, bilim dünyanın “büyüleyici, gizemli, hayret ve hayranlık verici olduğunu ortaya çıkarıyor.”

Ancak, seküler bilim adamları kendi yorumlarıyla bulduklarını yanlış yorumlayıp, çıkardıkları ayetlerin üstünü kapatıyorlar. Başka bir deyişle, onlar bir yandan kâinat kitabının bize gizli kalan ayetlerini su yüzüne çıkarırken, öte yandan kendi ideolojileriyle üstünü örtüyorlar. Bu ilahî kitabı, okumayı bilmediği için manasını inkâr ediyorlar. Veya dinsiz felsefeden aldığı dersle, bu kitaptaki ayetleri yanlış yorumluyorlar. Kendi yanılgılarını, bilimsel etiketler altında hakikat gibi gösterip, başkalarına satıyorlar. Oysa Abraham’ın ifadesiyle, “dünyanın harikaları Allah’ı görebildiğimiz ve gördüğümüz pencerelerdir.”

Tekrar ediyorum, bilim adamlarının keşiflerine değil, yorumlarına itirazım var. Canlı­lardaki benzerliklerin ortaya çıkma­sı, onların evrimle oluştuğuna değil, tek bir Yaratıcı’nın eseri olduklarına işaret eder, aynı kudret elinden çık­tıklarına delildir. Dolayısıyla, tev­hi­de iman eden için, söz konusu bul­gular tevhide delildir. Ancak diğer taraftan evime inananlar da tabiata, sebeplere ve tesadüfe delil yapıyorlar. O halde, bilimsel verilerin yorumu, onları yorumlayanın dünya görüşüne göre değişir.

Kanaatimce, seküler bilim adamları, pozitivist dünya görüşünün etkisiyle, sebep-sonuç ilişkisinin (perdesinin) ötesine gidemedikleri için hakikati göremiyorlar. Allah’ın olağanüstü icraatlarını akılsız, şuursuz, cahil, kör sebeplere, tabiata ve te­sadüfe veriyorlar.


Tarık Suresi 5-7; Bel ile Kaburga Arasından Çıkan ve Atılan Sıvı


Tarık Suresi (5-7)

5. İnsan neden yaratılmış olduğuna bir baksın.

6. Atılan bir sıvıdan yaratıldı.

7. (Bu sıvı) Bel ile kaburga kemikleri arasından çıkar.


“Bel ile kaburga kemikleri arasından çıkan su” tanımlaması bugüne kadar gereği gibi anlaşılamamış ve inançsızlar tarafından Kuran’a saldırı için bir fırsat olarak değerlendirilmiştir.


Ayetlerden alınan izlenime göre, bahsedilen suyun spermleri içeren meni olduğu ve bunların vücutta üretilip çıktığı yerin testisler ve cinsel organlar olduğu düşünülmüştür. Bunun sonucundaysa 7. ayette bahsi geçen bel ile kaburga kemikleri arasında kalan bölgenin sperm ve meni üretimiyle ve bunların çıktığı yerlerle ilgisinin olamayacağı ve bunun da Kuran’daki bir bilimsel hatayı ortaya koyduğu iddia edilmektedir. Ancak bilimin ulaştığı en son veriler incelendiğinde, ayetlerdeki anlatımın son derece hayrete düşüren bir şekilde bilimin ortaya koyduğu gerçeklere birebir uyduğuna tanık olmaktayız.

Ayrıca, 7. ayetteki “min” edatı Kuran’da genellikle objeleri belirtmek için kullanılır. Eğer “sulb” kelimesi “nesil” olsaydı, o zaman “an” edatı kullanılacak, “beyni” kelimesi de kullanılmayacaktı. Çünkü bu edat Kuran’da genellikle “nesil” kelimesi gibi soyut kavramlar için kullanılmıştır. “YAHRUCU min beyni’s sulbi we’t teraib” ayetindeki “yehrucu” fiili mudari fiildir. Yani “her zaman çıkıyor” demektir. (sulb ve teraib arasında her zaman çıkıyor) Her zaman çıkan şeyin ne olduğu ise bir önceki ayette (6. ayet) bildirilmiş olan atılan sıvıdır. Yine ayetin başında “Liyenzur” mudaraa fiili “L” emir kipiyle geçmektedir. Asıl anlamı “için” olan bu harfin ayete verdiği anlam; insanın neden yaratıldığını ve araştırıp inceleyerek herkes tarafından da bilinen bu suyun nereden ve hangi aşamalardan geçtiğini öğrenerek bunun kendiliğinden değil, Allah’ın bir hikmeti ve mucizesi olarak algılanması istenmektedir. Yoksa herkes tarafından bilinen sıvının basit bir anlatımı değildir.”…

Meninin içeriğinin ne olduğu konusunu açıklamak yararlı olacaktır. İçeriğinde yaklaşık 200 ile 500 milyon adet spermatozanın yanı sıra amino asit, sitrat, enzimler, flavin, fruktoz, proteinler ve C vitamini de bulunur.              
http://tr.wikipedia.org/wiki/Meni

Meninin içeriğinde bulunan maddelerin vücutta üretimi: Amino asitlerin çoğu karaciğerde metabolize olur. ...    
http://w3.gazi.edu.tr/web/erkoc/BIYOKIMYA/aakatabolizma.pdf

Temel olmayan amino asitler ise vücutta karaciğer tarafından üretilebilir.
http://www.sporcugidalari.com/protein-amino-asit-baglantisi.htm

Temel olmayan Amino Asitler: Alanin, Arginin, Asparajin, vs...
L-Arginin’in sperm üretiminde (spermatogenez) gerekli olduğu literatürde belirtilmektedir. Ayrıca, sperm hareketliliğine de yardımcıdır. 
http://www.genrise.com.tr/urunler/genrise_sports/aminoasitler/l-arginin_(nitrox).html

Bu flavin enzimleri karaciğerde bulunur ve böbreklerin zehirlenmesinin önlenmesi için gereklidir 
http://yunus.hacettepe.edu.tr/~dogan/20.html

Klomifen sitrat karaciğerde metabolize olur... 
http://www.merck.com.tr/country.tr/tr/images/Serophene%2050%20TR_tcm699_35094.pdf

Klomifen sitrat adı verilen yumurtlama ilacıyla kadınların %80'inde yumurtlama sağlanabilir.
http://www.gebelik.net/tedavi.html

Karaciğerin fonksiyonları arasında proteinler, safra, kan pıhtı faktörleri, ve binden fazla enzimin üretimi yer alır.
http://www.sufizmveinsan.com/arastirma/karaciger.html

...Karaciger; keza protein, hormon ve enzimleri üreterek vücudun normal olarak  yaşamı sürdürmemizi sağlar. ...
Dr. Salih Derya Akın 
http://www.megabilim.com/index.php/Tip/Karaciger-ve-fonksiyonlari.html

Şimdi de meninin içeriğinde bulunan ve üremede temel hücrelerden biri olan spermlerin içeriğiyle ve bu maddelerin vücutta üretildiği organlar ile ilgili aşağıdaki bilgileri inceleyelim.

Sperm oluşması için gerekli besin maddeleri şunlardır:Arjinin, Temel yağ asitleri, Çinko, Krom, Selen, E vitamini, A vitamini, B vitaminleri, C vitamini.    
http://www.jinekologlar.net/kadindogum-yazi/sperm-uretimiyle-ilgili-maddeler.html

Yukarıda “arjinin” (arginin) ile ilgili açıklamalar bu konu için de geçerlidir. Diğer temel olmayan amino asitler gibi arjinin de vücutta karaciğer tarafından üretilir

Çinko: Sperm oluşumunda çinko eksikliğinin rolü olduğu saptanmıştır. Sperm sayısı az erkeklerde çinko eksikliği olduğu görülmüştür. Çinko karaciğerde yüksek konsantrasyonda pankreas, böbrekler ve balgam salgılayan salgı bezlerinde az miktarda bulunur
http://www.food-info.net/tr/min/zinc.htm

Selenyum hayvan ve insan vücudunda yaygın şekilde bulunur. Karaciğer ve böbrekler en yoğun olduğu organlardır.
http://www.iyitarim.net/resources/SELENYUM.doc

Absorbe olan krom vücutta birçok dokuya dağılır, özellikle böbrek, dalak, karaciğer ve kemikte yüksek seviyelerde bulunur.
http://www.solgar.com.tr/yazici_lit.asp?ano=900

Vitaminlerin bir kısmı vücutta depo edilebilirken bir kısmı depolanamıyor. Depo edilebilen vitaminler genellikle karaciğer hücrelerinde ve az miktarda da diğer hücrelerde depolanıyor. Karaciğerde depolanan A vitamini, hiç vitamin almayan bir insana 5-10 ay kadar yetebilir. Yine vücudumuzdaki D vitamini deposu da hiç vitamin almayan bir insana 2-4 ay kadar yeterli olabilir.
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/merak_ettikleriniz/index.php?kategori_id=2&soru_id=785

C Vitamini, insan vücudunda depolanmamaktadır. ( Karaciğerde minimal depolandığı iddia edilmektedir.)
http://ansiklopedi.in/c-vitamini-nelerde-bulunur.html

İnsan vücudunda A, B, D, K vitaminleri sentezlenir. A vitamini karaciğerde, B ve K vitaminleri bağırsakta bakteriler tarafından, D vitamini deride üretilir. A, D, K ise karaciğerde depolanır. Diğerlerinin fazlası atılır.
http://www.egitimders.com/vitaminler-ve-vitaminlerin-ozellikleri.html

Yukarıdaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere meninin içeriğinde bulunan ve spermleri oluşturan maddeler asıl olarak vücutta karaciğer tarafından üretilmektedir. Bazı maddelerde de böbrek ve bağırsak, dalak ve kemik gibi diğer organlarında rolü bulunabilmektedir.

Ayrıca erkekte cinsel özelliklerin oluşmasında ve gerektiği gibi çalışmasında etkili olan testosteron hormonu ve bunun kadın cinsiyeti tarafında karşılığı olan östrojen hormonunun üretiminde de karaciğer ve böbrek üstü bezleri rol oynar.

“Östrojen ve testosteron steroid grubu hormonlardır. Vücutta ön maddeleri kolesteroldür. Yumurtalıklar ve "böbrek üstü bezleri" kolesterolü enzimlerle dönüştürerek testosteron ve östrojeni üretirler. Sex hormonlarının %80’i yumurtalıklardan, %20’si ise böbrek üstü bezlerinden salgılanır.”
http://www.endokrinoloji.com/ostrojentestosteron.html


Şimdi de bahsi geçen organlardan en önemlisi olan karaciğerin ve bunun yanında böbreklerin insan vücudundaki konumlarını inceleyelim ve ayette belirtilen “bel ile kaburga kemikleri arasından çıkar” sözünün ne kadar isabetli olduğunu gözlemleyelim;



Hem erkekte hem de kadında, üreme sistemi ve asıl üreme organları, insan vücudunun bel kısmında bulunmaktadır. Göğüsteki kaburga kemikleri arasında bulunan ve en önemlisi karaciğer olan bazı organların üretiminde önemli rol oynadığı bazı molekül ve maddelerin, bel bölgesinde bulunan üreme sistemi organlarınca üreme amacına yönelik olarak kullanılmaktadır. Bu durum Tarık suresindeki anlatımların bilimsel gerçeklere uygunluğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Söz konusu ayetlerde omurga kemikleri göğüs kemiklerinin “arasından” bahsedilmesi aşağıdaki bilimsel bulgularda sözü edilen “kemik iliğini” çağrıştırabilmektedir. Bu da, gelecekte mümkün olabilecek farklı bir üreme yolunun çok önceden Kuran-ı Kerim’ de, ikincil bir anlam içerecek şekilde bildirildiğini ortaya koymaktadır.

“Kemik İliğinden Sperm Üretildi”

Almanya'nın 3 farklı üniversitesinden bir araya gelen araştırmacılardan oluşan bir ekip, insan kemik iliğinden elde ettikleri kök hücrelerden, erginleşmemiş sperm hücreleri üretmeyi başardılar. Elde edilen bu sperm öncülleri başarıyla olgunlaştırılabilirse, erkeklere yönelik kısırlık tedavilerinde de kullanılabilecek.
http://www.tubitak.gov.tr/home.do?sid=342&cid=3372

Kemik iliği kısırlığa da çare oldu. ABD ve Almanya’da yapılan araştırmalar, kemik iliğinden elde edilen kök hücrelerle yumurta ve sperm üretilebileceğini ortaya koydu. Cornell Üniversitesi’nden Prof. Dr. Kutluk Oktay’a göre bu araştırmalar hem kısır çiftler için hem de menopoz dönemindeki kadınlar için önemli bir gelişme anlamına geliyor. 
http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/372732.asp

Maalesef Tarık suresinin 8. ayetine de yanlış meal ve tefsir yapılmaktadır. Rec’i kelimesine yapışık olan zamir, alınan gıdaların Karaciğer böbrek vs. (omurga ve göğüs kemikleri arasındaki bölgede) Allah’ın takdir ettiği bir ölçü ile yani alınan gıdaların sentezlenerek enzim oluşturabilen kimyasal “optimum” ölçünün bu omurga ve göğüs kafesi arasındaki karaciğer, böbrek gibi organlardan üretilerek dönüşüm sağlayan sıvıya işaret eder.

Böylece bu kimyasal enzimleri meniye dönüştürme (REC’İHİ) işini bir çeşit biyo-kimya fabrikası olan insan vücudunda ancak ve ancak Allah gerçekleştirir.

(86:8) “İnnehu ala rec’ihi le Qaadir.”                    
(86:8) Şüphesiz O, onu (alınan gıdaları bel ve kaburga kemikleri arasındaki organlarda kimyevi enzimlerle sentezleyerek atılan bir sıvıya) dönüştürmekte ölçü koyucudur /kadirdir.




Enfal Suresi 65-66 | Çelişki Safsatası


Bir Müslüman kaç kişiye eşittir?

Enfal suresindeki iki farklı ayette sabreden kişilerin kafirlerden farkı sayılarda kişileri yenebileceğini söylemektedir. İki ayette farklı oranların söylenmesinden yola çıkarak bu iki ayet arasında bir çelişki olduğu iddia edilmektedir.

Fakat ayetler dikkatli olarak okunursa iki ayet arasında bazı farklılıktan dolayı bu farklı oranların söylendiği anlaşılacaktır.Bu konudaki iddialara delil olarak kullanılan iki ayet şöyledir:

''Ey Peygamber, müminleri savaşa karşı hazırlayıp-teşvik et. Eğer içinizde sabreden yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlup edebilirler. Ve eğer içinizden yüz (sabırlı kişi) bulunursa, kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar (gerçeği) kavramayan bir topluluktur.''
(8 Enfal Suresi - 65)

''Şimdi, Allah sizden (yükünüzü) hafifletti ve sizde bir zaaf olduğunu bildi. Sizden yüz sabırlı (kişi) bulunursa, (onların) iki yüzünü bozguna uğratır; eğer sizden bin (kişi) olursa, Allah’ın izniyle (onların) iki binini yener. Allah, sabredenlerle beraberdir.''
(8 Enfal Suresi - 66)

İki ayet dikkatli okunduğunda farklı iki durumdan söz edildiği anlaşılacaktır. 65.ayette bir Müslüman kişinin inkar eden 10 kişiye bedel olduğu bildirilmektedir. Bu kişilerin zaafsız olmaları halinde bu oran geçerlidir.

Bu aynı zamanda, kesin inancın zafere etkisinin ifadesidir. Fakat 66. ayette ise zaaf halinde olanlar için farklı bir durum bildirilir. Zaaf halinde olan yüz kişinin, iki yüz kişiyi yeneceği bildirilir.

İki ayet arasında bir çelişki yada bir birinin hükmünü kaldırması diye bir şey söz konusu değildir. Zaaf olmaması durumunda 65. ayetteki hükümler geçerli iken, zaaf durumunda ise 66. ayetteki hükümler geçerlidir.

Burada dikkat edilecek bir diğer nokta da 66. ayette söylenen “bildi” ifadesi Türkçe’deki kullanıldığı gibi zamanla öğrenerek bildi anlamında değildir. Allah için böyle bir şey söz konusu değildir. Allah ilk andan itibaren her şeyi bilir, bir süreç sonucunda öğrenmez. Allah insanlar ilk yaratıldığı an her şeyi bilmiştir.

İlk ayette normal durumda zaafsız olanların durumunu açıklarken, daha sonradan zaafta olma durumunu bildiği için onlar için de ayrı bir oran bildirmiştir.

Bir çeviri hatası : nebe 33

Nebe 33. ayet çevirilerinin değerlendirilmesi ;
Nebe 33’teki kevâibe atrâba, Ahmet Uğur'a göre göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar imiş ve Diyanet Vakfı'na göre göğüsleri çıkmış genç kızlar.

Öyle midir sahiden? Ayetin siyakına, sibakına bakalım:

Sorumlu davranmış olanlara ödüller var -İnne l-müttekıyne mefâzâ (78:31)
Bahçeler, asmalar –Hedâika ve e’nâbâ (78:32)
Uyum içinde salkım salkım üzümler –Ve kevâibe etrâbâ (78:33)
Dolu dolu kadehler –Ve ka’san dıhâkâ (78:34)
....

Görüldüğü üzere bir önceki ayet olan 78:32’de bahçeler, üzüm asmaları geçiyor. 78:33’teki kevâib işte o asmalarla ilgili. Kevâib, çoğuldur; üzüm daneleri demek. Tekil hali olan ka’be ise "dane"dir.

Ka’betü e’nab: üzüm danesi

"Ka’be"nin üzüm danesi anlamına geldiğini anadili Arapça olan herkes bilir. Çoğulu "kevâib"dir; üzüm daneleri anlamına gelir. Ka’be kelimesinin başka bir çoğulu olan unkûd ise salkım demek.

Sonra, şuna dikkat edelim: 78:33’te kız ya da huri anlamına gelen hiçbir isim yok; yaşıt diye algılanan atraban ise sıfattır; ayette bulunmayan "kız"ı değil ayette bulunan "kevâib"i tanımlar.


Açıkça görülüyor ki 31, 32 ve 33. ayetler arasında mantıki bir anlatım ve anlam örgüsü var:

Bahçelerde asmalar var (78:31);
asmalardan devşirilen dane dane üzümler ki her biri ötekine denktir (78:32);
ve üzümlerden yapılıp dolu dolu kadehlerde sunulan içecekler (78:33).

Bu üç ayetin üçü de bahçeleri, meyvaları ve içecekleri anlatıyor: son derece uyumlu bir bütünlük içinde. Araya sokuşturulan yaşıt (kızlar) ise bahçelerin, asmaların ve içki kadehlerinin uyumunu ve bütünlüğünü bozar.

Atraban kelimesine gelince, nedense hep yaşıt diye algılanmış bu kelime. Oysa denk anlamına da gelir. Ki bu ayetlerde meyvaların biribirine denk olduğu vurgulanıyor. Örneğin her bir üzüm danesi ötekilere renk, boyut ve tad bakımından denk olup biri ötekine oranla biraz çelimsiz, tadsız, çürük değildir.



Tevbe Suresi 5. Ayetin Çarpıtılması


''Haram aylar çıkınca bu Allah’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.'' (Tevbe, 5.)

Peki, bu ayet nasıl anlaşılmalıdır? Bu ayet gerçekten Müslüman-gayrı Müslim ilişkilerini mi belirliyor yoksa burada anlatılan başka bir şey mi var? Şu var ki; serçe parmağının ucuna bakarak bir insanın resmini çizmek ne kadar yanlış bir sonuç doğurursa, bir tek ayetin sadece mealine bakarak Kur’an hakkında hüküm vermek de en az onun kadar yanıltıcı olur.

Bunu anlamak için bu ayeti öncesiyle beraber okuyalım. Tevbe suresini 1. ayetten itibaren okursak 5. ayette öldürülmeleri istenen müşriklerin “bütün müşrikler” olmadığını, “antlaşma yapıp da antlaşmayı bozan savaş suçlusu müşrikler” olduğunu görürüz.

Ayrıca; tevbe suresinde ölüm emri geçtiği için başında besmele bulunmadığını biliyor muydunuz?
____________________________________________________________________________________________________________
Tevbe Suresi
;


1,2)
Allah'tan ve Peygamberinden, kendileriyle andlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır: Yeryüzünde dört ay daha dolaşabilirsiniz. Allah'ı aciz bırakamayacağınızı, Allah'ın inkarcıları rezil edeceğini bilin.

3)
Büyük hac gününde, Allah ve Resûlünden bütün insanlara bir bildiridir: Allah ve Resûlü, Allah’a ortak koşanlardan uzaktır. Eğer tövbe ederseniz, bu sizin için hayırlıdır. Ama yüz çevirirseniz, şunu iyi bilin ki, siz Allah’ı âciz bırakabilecek değilsiniz. İnkârcılara, elem dolu bir azabı müjdele!

4)
Ancak Allah’a ortak koşanlardan, kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz, sonra da antlaşmalarında size karşı hiçbir eksiklik yapmamış ve sizin aleyhinize hiç kimseye yardım etmemiş olanlar, bu hükmün dışındadır. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayın. Şüphesiz Allah, kendine karşı gelmekten sakınanları sever.

5)
Haram aylar çıkınca bu Allah’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

6)
Eğer Allah’a ortak koşanlardan biri senden sığınma talebinde bulunursa, Allah’ın kelâmını işitebilmesi için ona sığınma hakkı tanı. Sonra da onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Bu, onların bilmeyen bir kavim olmaları sebebiyledir.
_____________________________________________________________________________________________________________

Bu surede, müşrikler hakkındaki ilahi rahmetin eserlerini açıkça görmek mümkündür. Demek ki, müşriklere bu dinin güzelliğini görmek, Allahın kelamını dinlemek fırsatı verilmelidir. Çünkü onlar, bu dini bilmeyen bir toplumdur. Onlardan bu şekilde gelenler, İslam beldesinde emniyet içerisinde yaşarlar, gezerler. Müslümanların hallerini gözlemlerler, neticede İslama girmeyebilirler. Kabul etmediğinde "Sen müşriksin" denilip öldürülmez, emniyet içinde vatanına dönmesine yardımcı olunur.

Tarihen de sabit olan budur ki, müslümanlar savaş haricinde gayr-i müslimleri öldürmemişlerdir. Şayet öldüren olmuşsa, bu dinden değil, o şahsın İslamı bilmeyişinden kaynaklanmıştır. Benzeri durum, gayr-i müslim ülkeler için de geçerlidir. Sözgelimi, bir müslüman yabancı bir diyara turist olarak gidip de malından dolayı öldürülmüşse, bunu o ülke insanlarının İslama düşmanlığı şeklinde değerlendirmek doğru olmayacaktır. Günümüz hukuk sistemlerinin de kabul ettiği üzere, suçun şahsiliği esastır. Birisinin yüzünden başkalarını da cezalandırmak adalete aykırıdır. Kur'an bunu şöyle anlatır: "Hiçbir günahkar başkasının yükünü yüklenmez." (Necm Sûresi, 38)

Ayetleri inceleyelim ve üstteki iki paragrafı temellendirelim;


5. ayette anlatılan müşrikler; savaş suçlusu olan, antlaşmayı bozan müşriklerdir. Ayetleri dikkatle okursak bunu çok kolay anlarız. Çünkü 1. ayette “kendileriyle andlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır:” dendiğine göre ayetler tüm müşrikleri/gayrı müslimleri kapsamaz.

4. ayette de “antlaşmayı bozmayanların ve Müslümanların aleyhine çalışmayan müşriklerin hariç tutulduğu” söyleniyor. Demek ki bu ayetteki ilişkiyi kesme duyurusu, anlaşma yapılan her müşrikle ilgili değildir.

5. ayette de “o müşrikler” deniyor. 4. ayette antlaşmayı bozmayanlar hariç tutulduğuna göre geriye sadece “antlaşma yapıldığı halde antlaşmayı bozan müşrikler” kalıyor.


Ayetteki ilk muhataplar Mekkeli müşriklerdir. Onca suçlarına rağmen yine de bunlara dört ay süre tanınıyor ve yanlıştan dönenlere (tevbe edenlere) ve çekip gidenlere dokunulmayacağı bildiriliyor. Ayet böyle olduğu halde ayeti bağlamından koparıp burada “o müşrikler” diye anlatılan müşrikleri, “tüm müşrikler” olarak anlamak ve bu ayeti Müslüman-gayrı Müslim ilişkilerinin merkezine oturtmak tam bir cinnet olsa gerektir. Zaten dikkat edilirse ayette; “el-müşrikîn” kelimesi geçiyor. “el- müşrikîn” “o müşrikler” demektir. Arapça kurallara göre bir kelimenin başına belirlilik takısı (el) gelirse bilinen bir şeyden bahsediliyor demektir. Dolayısıyla 5. ayette bahsedilen müşrikler tüm müşrikler değil, antlaşmayı bozan müşriklerdir. Ama maalesef tarihte bazı dönemlerde, bu özel olayı anlatan ayetler tüm müşriklere genellenmiş ve buna göre hukuk oluşturulmuştur.
Aslında bu ayetler, Mumtehine suresi 8-9 ayetlerle ilgili bir örnektir. Mumtehine suresi 8-9 ayetlerde üç kırmızı çizgi çizilmiştir. Bu kırmızı çizgileri çiğnemeyen herkesle iyi ilişkiler kurulur. Bu çizgiler şunlardır:

1-
Dinimizden dolayı bizi öldürmeye kalkanlar (savaş açanlar)
2- Bizi vatanımızdan sürüp çıkaranlar
3- Vatanımızdan sürüp çıkaranlara destek verenler

Tevbe suresi 5. ayette bahsedilen müşrikler, bu üç kırmızı çizginin tamamını çiğneyen Mekkeli müşriklerdi. Mekkeli müşrikler sırf inançlarından dolayı Müslümanları öldürmeye kalkmışlar, onları yurtlarından çıkarmışlar ve çıkarmak için işbirliği yapmışlardı. Peygamberimizle yaptıkları barış anlaşmasına (Hudeybiye antlaşmasına) rağmen Medine’nin dış mahallelerine baskın yapıp adam öldürmüşler ve hayvanları alıp götürmüşlerdi. Bu olaydan sonra peygamberimiz Mekke’yi fethetmiş ve bu işi yapan insanlara bir yıl hiç dokunmamış, sonra bu ayetler inmişti. Ayetlerde o müşriklere dört ay daha süre tanınıyordu(toplam 16 ay). Bu dört aylık süre zarfında istedikleri yere gidebilirler ya da Müslüman olabilirlerdi. Bu süre bittikten sonra Tevbe suresinin 5. ayeti uygulanacaktı. Bu ayette geçen haram aylar zilkade, zilhicce, muharrem, receb ayları değildir. Bu ayetin gelmesinden sonraki dört aydır.


Fakat elinizdeki meallere bir bakın, Tevbe suresi 5 ayete nasıl anlam vermişler? Mesela ben bir-iki örnek okuyayım:
“O haram aylar çıktı mı artık diğer müşrikleri nerede bulursanız öldürün”
“Haram aylar çıktığı zaman müşrikleri nerde yakalarsanız öldürün”

Peki “diğer müşrikler” ile “o müşrikler” aynı kavram mı? Veya “müşrikler” ile “o müşrikler” aynı şeyi mi anlatıyor? Ne oldu ayetin manasına? Ayetin manası değişti ve sistem tersine döndü. Günümüzde bilen bilmeyen herkes meal yapmaya başladı. Meal yapanların çoğu, âyetler arası ilişkileri dikkate alarak değil, eski ulemanın görüşlerine uyarak meal yapıyor. Onlar bir konuyu yanlış anlamışsa bu yanlış anlayış normal anlayış haline getiriliyor. Bu da hakların çiğnenmesine ve saldırılara yol açılıyor. Dikkatsiz cahil insanların tuzağa düşmesi de kolaylaşıyor.

''De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.''
(Zümer, 9).






Meal ve tefsir arasındaki fark nedir?


Meal, her yönü ile aynen çevirme olmaksızın, Kur’an ayetlerini başka bir dile aktarmaktır. Kur’an ayetlerini, kelimesi kelimesine, hiçbir anlamını eksik bırakmadan başka bir dile çevirmek mümkün olmadığı için, Kur’an’ın başka dillere çevirisine tercüme değil, meal adı verilmiştir. Bu yüzden meal Kur’an olarak algılanamaz. Son devir Osmanlı şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi, mealin çok kısa bir tefsir olarak algılanması gerektiğini söylemiştir.

Tefsir ise, Kur’an ayetlerinin belirlenmiş usul ve kriterlere göre ne anlama geldiğini açıklamaktır. Ayrıca bu maksatla doğan İslâmî bir ilmin adıdır. İslamî ilimlerin en önemlilerinden biri olan tefsir, Mukaddes Kitabımızın yalan yanlış yorumlanmaması için son derece önemli usul ve kriterler koymuştur. Muteber bir tefsir ancak bu usule göre yapılır. Kur’an’ın tarihi, ayetlerin iniş sebepleri, birbiriyle olan münasebetleri, ayetlerin söz ve anlam olarak tasnifi, Hz. Peygamber Efendimiz’in ve sahabilerin bir ayetle ilgili açıklamaları, Arapça'nın incelikleri gibi unsurlar tefsir usulü içindedir.

Meal ile tefsir arasındaki farka gelince: Tefsir, bir ayetin bütün bu unsurlara göre geniş bir açıklamasını sunarken, meal ise bir ayetin Arapça dışındaki bir dilde sadece sözel anlam karşılığını vermeye çalışır. Başka ayetlerin ya da hadislerin o ayetle ilgili açıklayıcılığını, sahabilerin nasıl anladığını, ayette geçen bir hükmün emir mi tavsiye mi olduğunu ve başka pek çok hayatî unsuru -mecburen- göz ardı eder. Bu bakımdan, muteber bir tefsir Allah Tealâ’nın bir ayette ne buyurduğuna dair sağlam bilgiler verirken, meal ise sadece yüzeysel bir fikir verir.